20 Mayıs 2013 Pazartesi

MİSAK-İ MİLLİ KÜRTLER VE TÜRKLER İÇİN NE ANLAMA GELİYOR

MİSAK-İ MİLLİ KÜRTLER VE TÜRKLER İÇİN NE ANLAMA GELİYOR

Uzun yıllar önce çok değer verdiğim bir dostum bana “kavramlar bir silahın fişeği gibidir, kavramların anlamı bilinmeden silah hiç bir şeydir” sozü üzerimde yoğun bir etki yaratmış olmalı ki, bilmediğim bir kavramı hemen sözlük sözlük araştırıp etraflıca araştırmasına koyulurdum.
Son dönemlerde “barış” “demokratikleşme” “Türkiyelileşme’ye” endeksli olarak “Misak-i Milli” kavramları ağızdan ağıza dolaşa gelen kavramlar.
Önce basit bu soru; bu kavramların anlamını gerçekten biliyor muyuz? Kuşkusuz kafayı yoranlar, tarihe ilgi duyanlar, araştırmaya zaman ayıranların bu kavramlara vakıf olması mümkündür.
Ancak Kürtlerde inanca dayalı kavramları kullanmak genel bir özellik olmakla birlikte nerdeyse bir alışkanlığa dönüşmüş gibi.
Savunduğu bir şeyin anlamını bilememek, dinlerin inandırmaya dayanan ezberletme tarzına özgüdür. Bir ayeti ya da sureyi Arapça okursunuz, ama anlamını bilmezsiniz. Sizin için anlamından çok (kutsal ilan edilen Arapçasının okunması) kullanılması daha hayırlı sayılmıştır!
Bu inanca dayalı ezbercilik adeta yer değiştirircesine Kürt siyaset literatürüne yerleşmiştir. Örneğin yaygın olarak kullanılan Misak-i Milli’nin ne anlama geldiği sorulduğunda en genel cevap, “Musul ve Kerkük sınırlarını da içine alan bir sınır sözleşmesi”  denilip geçilir.
Bu tarzın bir eleştirisi ve güncel olarak yoğun bir şekilde kullanılan Misak-i Milli’nin tarihsel temelleri ile güncel yorumlanmasına ihtiyaç duyduğum için bu konu hakkında bir dosya hazırlamaya karar verdim.
Misak-i Milli’nin ilan ediliş süreci
Misak-i Milli’nin, Türkçe anlamı “Milli ant” olarak telafuz edilse de, kamuoyunda Osmanlı’nın Kürdistan’ı içine alan Musul-Kerkük sınırlarını kapsayan bir coğrafik harita  niteliği taşıması itibariyle “Büyük Türkiye” hayalinin andı olarak özetlenebilir. “Büyük Türkiye” hayaline dayanan bu belge Türk milliyetçilerinin “ulusal bütünlük ve Türk milleti” kimliğine sarılmaları yanısıra Türk islamcıların ise “islam kardeşliği” öğesini işlemesi bakımından islamcı ve miliyetçilerin buluştuğu ortak bir belge olmaktadır.
Osmanlı Meclis-i Mebusan Meclisi azaları “istiklali devlet” ve “istakbal-i millet” fikriyle, 30 şubat 1918 yılında gizli bir oturumda ele alındığı ileri sürülen  Misak-i  Milli belgesini hazırlarlar. Gizli ve açıklığı tartışma konusu olmanın dışında belgenin gayri resmi bir oturumda ve kişilerce hazırlandığı kanaati yaygındır.  Bu beyaanata ilişkin, bir çok görüş farklılığı varken, gizliliği konusunda da spekülesyonlar söz konusudur. Bu belge ilk açıklandığı günlerde İngiliz diplomatları Misak-i Milli için “meşruiyetinin” olmayışı nedeniyle “ciddiye alınacak bir belge olmadığı”nı söylemişlerdir.
2 Mart 1920’de uluslararası kamuoyuna açıklanan bu belge ile Kürt ve Türklerin bütünlüğünden oluşan “Türk millet” ulusçuluğu ile Kürdistan’ı içine alan sınırları “ortak vatan”  talebini içeriyordu. Bu büyük idealin gercekleşmesi için bu belgeye “aht”, yani “yemin” ismi verilmiştir.
Misak-i Milli belgesine göre öne sürülen en önemli üç maddesi şu şekilde özetlenebilir:
Bir, Milli sınırlar içinde, vatan bir bütündür, bölünmez.
İki, ulus-devletin kabul edilmesi.
Üç, Kurtarılacak vatanın sınırları belli olmuştur; Anadolu ve Kürdistan!
Bu kararlar bağlamında, Misak-i Milli belgesinin hazırlanmasına tarihsel olarak temel teşkil eden süreçleri ele almak gerekirse:
Bir-   Mondros Ateşkes Antlaşması (30 Ekim 1918)
Osmanlı devleti, I. Dünya savaşında Alman yanlısı olarak ittifak devletleri içinde yerini almıştı. Birinci ve ikinci Balkan savaşları, Osmanlı egemenliğine karşı “ulusal bağımsızlık savaşları” olarak tarih kayıtlarına geçmiş, Osmanlı şemsiyesi altındaki ulusların birer birer kopmasına neden olmuştu.
Alman yanlısı halifeliğin tarihe “hasta adam” olarak geçişi ve I. Dünya savaşının ittifak devletlerinin yenilgisiyle sonuçlanması sonucu, Osmanlı topraklarının Anadolu ile sınırlı kalma tehlikesine yol açmıştı.
Balkan Ulusal bağımsızlık savaşları ile doğu cephesindeki Fransız ve İngiliz etkinliği ile Arap krallıkların bir bir Osmanlıya karşı direnişe geçmeleri sonucunda Anadolu ulusçularını yeni bir fikre götürmüştü.
Anadolu ulusçuluğunu savunan ve buna Kürdistan’ı dahil eden İtttihatçılar “Balkanlardan koptuk, Halep’te yeniliyoruz, Anadoluyu kurtarmak lazım”  üzerine kurulu uluslaşma fikri, o dönemin en rasyonalist öngürüsü olarak belirmişti.
Fransız devrim etkisiyle Balkan ayaklanmaları kopuşu gerçekleştirmişti;  Halep ve Şam’da  Osmanlı ordularına karşı direnişe geçen Arap krallıkları Fransız ve İngilizlerin desteğiyle bağımsız ulus-devlet sürecine giriyorlardı.. Osmanlının yıkılışıyla 24 ulus-devlet bağımsızlığını ilan etmişti, Kürtler ise 25. ulus-devlet olarak bağımsızlığını isterken fikirsel olarak  “Müslüman Kürt Türk kardeşliği” aldatmalarına, ulusal direnişlerine karşılık ise kanlı askeri seferlere maruz kalarak, tarihin gerisinde kaldılar.
Osmanlının “son Türkleri”  “Anadolu’yu kurtarmak” için “Türk uluslaşması” fikrini inşaa ettiler. Anadolu’daki Türklüğü “ulus” tanımlarken Kürtleri bu “ulusa” monte etme “ortak millet”, coğrafik birliği ise “ortak vatan” olarak tanımlıyorlardı. Bu ideale göre Misak-i Milli belgesi Türk kurtuluş savaşının siyasi manifestosu olarak bir işlev görür.
“Şam ve Halep’in işgal edilmesinden sonra, ki Mustafa Kemal Osmanlı’nın oradaki güçlerinin başındaydı, Osmanlı Devleti’nin yıkılışının yakınlaştığını çok iyi biliyordu. Patrik Kruz’un dediği gibi, “Mustafa Kemal, günün yaklaştığını biliyordu. Kemal, Şam ve Halep cephelerindeki yenilgiden çok endişelenmedi zira bu sonucu bekliyordu. Yeni bir Türk ulusunun doğuşunun yolda olduğunu ve bunun köklerinin, İtilaf Devletleri tarafından yeni işgal edilen Suriye’de olmadığını biliyordu. Onun için önemli olan Anadolu’nun, yani Türkiye’nin merkezinin, selamette olması ve selamette kalmasıydı. Orası ve bu dağ silsilesinin arkası, eski günlerin beşiği ve Türk’ün geleceğinin devletidir.”[4] Mustafa Kemal’in yeni Türkiye hakkındaki düşüncesi, Kürdistan bölgelerini de içine alacağını gösteriyor ki ona göre, buralar yeni Türkiye Devletinin bir parçası olmalı » (1)
“Hasta adam” denilen Osmanlının yıkılışı sonrasında yapılan  “Mondoros ateşkes anlaşması” imparatorluğun yıkılışını, Türk devletinin doğumunu ifade ediyordu. İtilaf devletleri ile Osmanlı imparotorluğu arasında imzalanan bu antlaşmaya göre, kurulacak olan yeni Türkiyenin  siyasal ve coğrafik haritasının genel çerçevesi burda belirlenir.
İslam inancına dayalı sınırların bölünmez bütünlüğü, ilk kez bu ateşkes belgelerinde dile getirilir.
İki-  Erzurum (21 Temmuz- 7Ağustos 1919) ve Sıvas Kongreleri :
Erzurum Kongresi (21 Temmuz- 7Ağustos 1919), özü itibariyle iki amaçla gerçekleşmiştir. Bir, Rusların Ortodoks tarihine karşı islam birliğine vurgu yapılmış, bu çerçevede Ermenilerin “toprak taleplerine” karşı islam inancına dayalı Kürt-Türk kardeşliği amaçlanırken, iki, olası bağımsız Kürdistan taleplerine karşı Kürtleri “Ortak vatan”, “ortak millet” tezine inandırarak, vatanın bölünmezliğini egemen görüş haline getirmek amacı bu iki Kongrenin amacı olmuştu.
Nitekim bu amaç parallelinde Erzurum kongresine  katılımcıların toplamı 62 kişiden olmakla birlikte, bunlardan büyük çoğunluğu Kürt temsilcilerden oluşturulmuştur. Trabzon temsilcileri dışında, Erzurum, Sivas, Bitlis ve Van’dan gelen delegelerin tümü Kürttür. Bu Kongreye KTC’den hiç bir Kürt aydını çağrılmadığı gibi Diap ağa, Mutkili Musa gibi sahsiyetler davet edilmiştir.  Erzurum Kongresine çağrılan Kürt delegeler “müdafai hukuk cemiyetinin” belirlediği “Zade Kürtleriydi” Günümüzde Akp içinde yer alan “balkon Kürtleri” ile o dönemdeki Müdafai Hukuk Cemiyetinin yaratmak istediği  “Zade Kürtlüğü”  arasında hiç bir fark olmamakla birlikte, günümüzde kastedenilen, “devletin iyi Kürdü”nün kökenleri Erzurum Kongresine dayanır.
Örneğin   Erzurum ve Sıvas Kongresine yurtsever, bağımsızlıçı Kürt aydınların hiç birisi davet edilmemiştir. Tam aksine M.Kemal bu dönemlerde Bağımsızlık ya da muhtariyet talebinde olan Kürt aydınlarını “serseriler”, KTC için ise “şer örgütü” olarak nitelemiştir. Kongreye davet edilen Kürtlerin çoğunluğu toprak ağası, çiftçi ve yerel şahsiyetlerdir.
Erzurum kongresinde, tabiatı ve tarihsel koşullar gereği en çok “Kürt-Türk kardeşliği” teması işlenmiştir. Kamuoyuna sunulan bildirilerinde, bu “kardeşliğin” zorunluluğu ve gerekliliği üzerine sıkça vurgular yapılmıştır.
Nitekim Kongreye hazırlık raporunda bile bu konu hassasiyetle ele alınmıştır.
“Türk Kürtsüz, Kürt Türksüz yaşayamaz. Geçmişte olduğu gibi gelecekte de Türk ile Kürt’ün aynı tarih, aynı çıkar, aynı hayat sahibi olacaklarını kabul etmemek mümkün değildir. Bu kadar derin ve esaslı bağlarla birbirine bağlı bulunan Doğu vilayetleri Türk’ü ile Kürt’ünü ayırmak her ikisini de ölüme mahkûm etmek demektir. Bugün gözümüzü açarak yaralarımızı öz elimizle sarmaya çalışır, dışarıdan gelen Kürtlük-Türklük gibi ayrıştırıcı telkinlere kulak asmazsak hem memleketimizi kurtarır, hem de herkesin mutluluğunu sağlayacak esasları hazırlarız.” (2)
M.Kemal çelişkileri lehine çevirme ustalığını burda da göstererek, Rus ve Ermeni tehdidine karşı “islam kimliği”ne, Batılılırın Türkiye’yi bölme planlarına karşı ise “ortak vatan” fikrini  Kürtlere benimseterek Türkiye’nin kuruluşunu garantiye almıştır.
Erzurum Kongresinin tarihsel işlevi ve önemi bu şekilde gelişirken, Erzurum Kongresinde alınan kararların başlıcaları ise;
Bir, Milli sınırlar içinde vatan bir bütündür, parçalanamaz!
İki, Her türlü yabancı isgaline ve müdahelesine karşı millet hep birlikte direniş ve savunmaya geçecektir!
Erzurum kongresinde benimsenen “ortak ulus” tezi, Sıvas Kongresi ile kararnameler ile “ulusal olarak bağlayıcılığı olan karara” dönüştürülmüştür.
Erzurum ve Sıvas Kongreleri,  Misaki Milli idealinin temmellendirilmesinde en önemli iki Kongre olmuştur.
Üç- Müdafai Hukuk Cemiyeti (15 Mayıs 1919)
Bu cemiyet, İzmir’in işgaline karşı ulasal direniş adıyla  kurulur. Cemiyetin kuruluş amacı dış işgale karşı direnişi içeriyordu. Erzurum ve Sıvas kongresiyle birlikte cemiyetin niteliği “ortak vatan fikrini savunmak ve topluma yaymak”  ve “ortak vatan” ideallerine karşı çıkan Kürt aydınlarına dönük mücadele eden örgüt haline dönüşmüştür.  
Özellikle Kürt Teali Cemiyeti, Ulasal bağımsızlıkçı bağımsızlıkçı ve Wilson prensiplerinden etkilenen Kürt aydınlarından oluşuyordu. Kürt aydınların ulasal fikirlerine karşı, “ortak millet” tezlerini yaygınlaştırdılar.
Kuruluş amacı dış işgale karşı olan Mudafai hukuk cemiyeti, Ortak vatanın kuruluş aşamasında, engel gördükleri Kürt aydınlarına karşı örgütlendirilen bu cemiyet, daha sonra Cumhireyet Halk Fırkasınının temellerini oluşturmuştur. Bu gün gerek Türk-islamcıların olsun, gerekse de Türk milleyetçiliğinin geleneksel siyasetinin temsili olan CHP olsun, siyasal özünü bu cemiyetten almışlardır.
Osmanlı döneminde “Kürdistan” olarak tanımlanan Kürt coğrafik bölgeleri “ortak millet” fikriyle zaman içinde  “Şark-i Anadolu” ve “vilayet-i Şarkiye” olarak tanımlanmaya başlarlar. İslam kardeşliği ile Kürtleri Türkleştirme çabasının öncülerinden biri de Süleyman Nazif olmuştur. Vilayeti Şarkiye Müdafai Milliye Hukuk Cemiyetinin kurucuları arasında yer alan Süleyman Nazif şu görüşü savunmuştur: “Eğer Kürdler ilerlemek istiyorlarsa ‘Lazlar ve Çerkezler’ gibi Türkçe öğrenmek mecburiyetindedirler. Kaldı ki, Kürtlerin kendilerinden daha kuvvetli ve şerefli bir unsura inzimam (katılma) etmeleri bir tenezzül değil, teali ve tekamül addolunmalıdır”  (3)
İslamın ilk kapitalizmle tanışmasının Osmanlı ile başlamasını “uygarlık” gören, Kürtlerin geri kalmış ekonomi ve toplumsal yapılarını ise bu uygarlıkla buluşturmak isteyen, ama Kürtlerin ulusal değerlerinin bir bir yitirilmesine sebeb olan bu “aydınların” tarih yapma yerine, tarih çarpıtma konusunda rolleri büyüktür.
Tek millet, tek devlet diye tanımlanan Türk siyasal sisteminin tohumları Mudafai Hukuk cemiyetleri tarafından atılmıştır. Kürt aydınlarının tasfiyesi ve ulusalcı Kürt fikirlerine karşı Türk ırkçılığının siyasal ve askeri biçimlenişi açısından bu cemiyet önemli bir rol oynamıştır.
Denilebilirki, bu günkü Kürt düşmanlığına karşı kendini yapılandırmış Türk ırkçılığının siyasal temelleri Müdafai hükük cemiyeti tarafından atılmıştır. Türk sol milliyetçiliği, Turan faşizmi  ve Türk-islam sentezinin Kürtleri kontrol eden siyaset mekanizmasının özü bu cemiyetlerde yeşermiştir.
4- Müslüman Kürt-Türk kardeşliği söylemi ile “ortak Millet”
Görüldüğü gibi Mondros ateşkesi Osmanlının yenilgi anlaşması iken bu yenilgiden Kürt desteği ile “Anadolu ulus” devletinin sınırlarını belirlerler. Erzurum ve sivas Kongresiyle bu sınırların bölünmezliği fikrini yaygınlaştırırlar. Müdafai Hukuk cemiyeti ile de Ulusalcı Kürt aydınları tasfiye edilip, Türk ırkçılığnını tek millet, tek devlet ülküsü ile örgütlerler.
Bu üç tarihsel süreç ve örgütlenme biçimleri esasen Misk-i Milli idealini gerçekleştirmek amacıyla yapılmıştır.
Örneğin Mustafa Kemal Fransız devriminin laik prensiplerini benimsemesine rağmen Kürtlerin Türklerle kardeşliğini tesis etme de “müslümanlık” argümanını ısrarla kullanmıştır. Özellikle  “Kürtlerin müslüman oluduğu, Rus ve Ermenilere karşı islam kardeşliği altında savaştıkları ve Birlikte yaşamak dışında başka şanslarının olmadığı vurgusunu” her defasında ifade etmiştir.
Kürtlerin  “bağımsızlık” istek ve taleplerine karşılık ise “özerklik” tartışmalarına karşılık,  canlanmak üzere olan Kürt ulusalcılığı etkisizleştirilmek istenmiştir.
Gizli kararnamelerde ve kimi beyanlarda “Kürtlere  özerklik verilmelidir” söylenmiştir. Özellikle Wilson prensiplerininin Kürtlere “muhtariyet” tanımasına karşılık ve KTC içinde örgütlenen aydınların ulusal talepleri Mustafa Kemal’i “özerklik” vaadine sürüklemiştir. Bazı Kürt aydın ve tarihçilerin “M.Kemal Kürtlere özerklik tanıdı” söylemi, aslında Wilson prensiplerinin bir zorlaması sonucu Ulusalcı Kürt aydınlarını teskin etmeye çalışan bir yumuşama “sözü” dür.  Bağımsızlıkçı ya da muhtariyet yanlısı Kürtleri ikna etmek için bu geri adım atılmıştır.
M. Kemal’in “Kürdistan’ın bağımsızlığına karşı muhtariyet” vaadi, demokratik bir karekter taşımamıştır. Ulusalcı Kürt aydınlarına karşı “muhtariyet” sözü verilirken; “Zade Kürdü” olan Diyap Ağa, Hasan Hayri gibilerle de “ortak millet” fikri örgütlendirilmiştir.
Kürt ulusalcılarının bir bir tasfiye edilmesi Kürt beyzadeleri ile “zade”lik kültürü üzerine gelişen ilişkiler sonucunda Kürtler “Türk millet” kavramı içinde tanımlanıp, 1938 Dersim katliamından sonra inkar ve asimilasyona tabi tutulmuştur.
Görüldüğü gibi, Misak-i Milli ideali Türk ulusal kurtuluşunun manifestosu olarak ilan edilmişse de, özü Kürdistan’ı içine alan sınırların birliği ve Kürt ulusunun inkarına dayanan ulusun tekliği şeklinde formülasyona kavuşmuştur.
İsmet İnönü, yanına  aldığı bir kaç “Zade Kürt”le birlikte Lozan’a çıkmış, Lozan’da bu “Zade Kürt”leri konuşturarak Kürtlerin Türklerden ayrılmak istemediğini söyletirerek,  Misak-i Milli sınırlarını, uluslararası kamuoyuna deklere ettirmeye çalışmıştır. Ancak, İngilizlerin muhalefeti karşısında, bu günkü Güney Kürdistan Irak, Güney batı ise Suriye sınırlarına bırakılması uygun görülerek, Türklerin “misaki milli” idealleri reddedilmiştir. 
Türk-Kürt kardeşliğinden bir kaç örnek
Kardeşlik, dünyanın en güzel altın değerindeki kavramıdır. Ancak siyasette “altın vuruş”lar hep bu soyutlama üzerinden yapılır. İslam inananların kardeşliği anlamına gelen “ümmet kardeşliği”ni savunur, solcular ise bunu “halkların kardeşliği” olarak belirlerler. Her iki bakışın içeriği ortalama aynıdır. Türk-Kürt kardeşliği referansıyla siyaset yapılacaksa, önce tarihsel bir perspektife ihtiyaç olacaktır.
Sarıkamış dramı : Tarih, 1914. Söylenenlere göre, Osmanlı-Rus savaşında Kürt aşiretleri Osmanlılar adına savaşırlar. Allah u Ekber dağlarının asiliği yanında soğuk kış mevsimi dolayısıyla onbinlerce Kürt askeri ölür. Enver Paşa Osmanlı askerlerini denetlerken Allah u Ekber dağlarında onbinlerce ölü askerlerin cesedini görür. Orda bulanan bir komutanına,
-          Bunlar kimin askerleridir, diye sorar.
Komutan,
-          Osmanlı için savaşan Kürt askerlerdir, der.
Enver Paşa ise,
-          Eğer öyle ise, kaybımız yoktur, der.
Diyap Ağa : Dersimli bir aşiret reisidir, Dersim Mebusu Hasan Hayri tarafından M.Kemal ile tanışır, dost olurlar. Önce Diyap Ağa’nın 1931 yılında Yeni gün gazetesine verdiği mulakkatan bazı bölümleri aktaralım:
“Bir kere de Lozan Konferansı sırasında kürsüye çıktım. Aha bizim memleket ahalisi Kürtmüş, orada bir Kürt Hükümeti kuracaklarmış, bunu duyunca kızdım kürsüye çıkıverdim. Gene sustular: “Lâilaheillâh Muhammedünresullâllah” dedim. “Gerek Şafiî, gerek Hambelî, gerek Hanefî hepimizin kıblesi birdir. Meclisimiz, kulübümüz, dinimiz, milletimiz birdir. Biz Kürt değil, biz Türk’üz. Hepiniz Lâilaheillâh demişsiniz. Şimden sonra mı, ayrı bir din, ayrı bir millet olacağız.” dedim. Gene el çırptılar, İsmet Paşa ayakta kürsünün yanına gelmiş, sakalımın dibine yaklaşmıştı. O da coştu, o da el vurdu. » (4)
Kürtlüğün kurtuluşunu Türk istiklalinde gören bir “Zade Kürd”ün iftiharlarıdır anlatılagelen ! Ve sonuç; Seyit Rıza Diyap Ağa’nın damadıdır, yakın ilişkileri vardır. Sırf  bu yakın ilişkiden dolayı aşiretiyle birlikte sürgüne tabi tutulur.
Hasan Hayri : Dersim mebusudur, M.Kemalin yakın arkadaşıdır. Türk-Kürt kardeşliğine gönül vermiş bir “Zade Kürdü”dür.  İsmet İnönü tarafından Lozan anlaşmasına “Kürt temsilci” olarak götürülür. Lozan Konferansında “Kürt temsilcisi” olarak yaptığı konuşmayı şöyle anlatmaktadır:
“Lozan Sulh Konferasında Sevres muahedesi bahsu mevzuuu olurken, Kürtlerin Türklerden ayrılmak istemeyip istemedikleri hususuna temas eden bir soru vaki olmuştu. Bu cihet 1922’de bir telgrafla Büyük Millet Meclisinden istizah edildi. Aktedilen mahrem bir celse de, Mustafa Kemal Kürt mebuslarının fikrini istimzak etmek istedri. Ben söz aldım ve Kürtlerin Türklerden ayrılmayacaklarını kati bir lisanla beyan ederek bu sözlerimi Hazreti Muaviyeden bu güne kadar cereyan etmiş olan hadiseleri sayıştırarak tarihen isbata çalıştım. Bu sözlerimden son derece memnun olan Mustafa Kemal sevincinden ayaklarını yere vuruyor ve beni çılgıncasına alkışlıyordu”  (5)
Bu meclis toplantısı sürecinde M.Kemal Hasan Hayri’ye “mümkünse Kürt ulusal kıyafetlerini giymesini” rica etmişti.

İstiklal Mahkemesinde yargılandığında, kendisine sorulan bir soru da, “Büyük Millet Meclisine neden bölücü Kürt kıyafetleriyle geldiği”  olmuştur. Daha sonra idam cezası verilerek, ertesi gün infaz edilmiştir..

Ağrı, Koçgiri, Şeyh Sait, Dersim isyanının vahşeti; Kürt öncülerin komployla birer birer tasfiye edilmeleri “Misak-i Milli” hayalinin bir heyecanı, Türk-Kürt kardeşliğinin “eseri” değil miydi, sorusu Kürt tarihinde olduğu gibi, Kürt siyasetinde de daha uzun bir zaman tartışılacağa benziyor.

II. Bölüm
Misak-i Milli’yi günümüzde “güncelleştirme” ya da restorasyonu
1-      Misaki Milli’nin ekonomik temelleri
Kürt sorunu gündeme geldiğinde, bu sorun akabinde “Misak-i Milli” tartışmaları da gündeme gelmiştir. Özellikle Türk islamcıları ve solcuları “kardeşlik” kavramını gündem yapsalarda gönüllerinde yatan Misak-i Milli hayalidir.
 Kürt cephesinde ise, Modernleşmeyi ve ekonomik büyümeyi Türklerde bulan gerek “halkların kardeşliği” perspektifinden yola çıkan sol fikirler, gerekse de “islam kardeşliği” argümanını esas alan Kürt islamcıları “Misak-i Milli” projesi ile buluşmaktalar.
Bu günkü tarihsel “buluşma”nın önce ekonomik temellerini kurcalamakta yarar vardır.
Abd’nın son dönemlerde yaşadığı mali krizler, küresel çapta ekonomik kriz olarak tanımlanıyor. Ekonomik kriz ile savaşların bir arada geliştiği istatiği iyi incelenirse, tarihteki savaşların sonuçları kadar, günümüzdeki bölgesel çatışmaların nedeni de anlaşılabilir.
Bölge krizi olarak tanımlanan, önce Saddam iktidarının yıkılışı, sonra Suriye’ye sıçraması bir siyasal sorun olarak karşımıza çıkmıştı. Ancak bu siyasal sorunun altında yatan ekonomik nedenler, her zaman kapalı kapılar arkasında konuşulduğu için, kamuoyu çok az bu konularla ilgilidir.
Abd’nin hasımlarına karşı rekabeti, silah satışları ile insitayatif üstünlüğü yanısıra son dönemlerde “Abd tarihteki izolasyon politikasına mı dönüyor” tartışmaları irdelendiğinde Abd’nin Ortadoğu için öngördüğü yeni dönem politikası Türkiye-israil ekseni üzerinden sürdürmeye çalıştığı görülecektir.
Bu, Abd için kayıpsız bir savaş ve ekonomik olarak maliyeti az olan bir girişim olacaktır. ABD’nin tercihi şimdilik bu yönlüdür.
Kürdistan coğrafyası su ve petrol rezervleri ile kaplıdır. Su ve petrol; ekonomik krizin aşılması için hayat ve altın anlamına geliyor. Biri hayatı, diğeri hayatı sefahata çeviren altın anlamına geliyor. Bu günkü uluslararası sermayenin tüm hükmü bu iki olgu üzerine gelişiyor.
Kürdistan’ın coğrafik olarak bu zenginliği öngürülen stratejik-politik güzergahın birinci maddesi yapmıştır.
Kürt petrollerinin Türkiye’ye akması ve petrol boru hattının Türkiye üzerinden geçmesi sonucu, Türkiye bölgede ekonomik olarak süper güç yapmaya yetecekti.  Federe Kürt devleti ile Türkiye arasındaki petrol satış anlaşmaları ve “Kerkük-Yumurtalık petrol hattı” projesi,  Ortadoğuda’ki ekonomik projelerin en önemlisi durumundadır.
‘Petrolü kontrol eden, siyasete yön verir’ ilkesi, bu projenin siyasal içereğini anlatır gibidir.
Cengiz Çandar “Kürdistan’ın jeopolitiği” adlı yazısında, bu konuya ilişkin elde ettiği bilgileri şöyle sıralamaktadır:
“Kuzey Irak’taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi, birkaç gün önce günde Türkiye’ye milyon varil petrol taşıyacak bir boru hattı inşa edilmesi planını açıkladı... Söz konusu açıklama, Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani’nin geçen hafta Ankara’ya yaptığı önemli ziyaretin ardından geldi. Türkiye, -özellikle medyasıyla-, Neçirvan Barzani’nin ziyaretine PKK konusunda yapılacağı öne sürülen ‘işbirliği’ üzerinden odaklanmıştı. Elbette ki ziyaretin bu boyutu önemliydi ama Neçirvan’ın asıl amacı, Irak Kürdistanı’ndan Türkiye’ye uzanacak ‘boru hattı’ anlaşmasıydı... Günde 1 milyon varil kapsamında ham petrol taşınmasına imkân verecek boru hattı yapımının ikinci aşaması ise 2013 Ağustos ayına kadar tamamlanacak ve bu hat, Kerkük-Yumurtalık hattına bağlanacak...”
Devamla da,
“Konuyu yakından bilen iki kişinin bildirdiğine göre, Irak’ın Kürt bölgesi Türkiye ile ona doğrudan petrol ve gaz sağlayan tarihi bir petrol anlaşması imzaladı. Anlaşma, geçen ay, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Ankara’da Kürt Başbakan Neçirvan Barzani ile Ankara’daki buluşmasında imzalandı. Haberi veren kaynaklar, anlaşma özel olduğu için kimliklerinin açıklanmasını istemediler.
Kürt hükümeti, Kürtleri ayrı anlaşma imzalamamaları konusunda uyarmış olan Bağdat’taki Irak hükümetini by-pass edecek nitelikteki anlaşmaya göre, Türkiye’ye doğrudan petrol ve gaz satacak. Haberi veren kişilerden biri, Türkiye’nin, (Kürt bölgesinin) Irak’ın geri kalanıyla sınırını oluşturan alanda imtiyazlar elde etmiş olan Exxon Mobil Corp.’daki Kürt hükümet hisselerini da alabileceğini bildirdi...
Türkiye ile böyle bir anlaşma Kürtleri Irak bütçesine daha az bağımlı yapacak... İrlanda’da University College Cork’ta misafir öğretim üyesi olan Aziz Serdar’a göre ‘Petrol milliyetçilik ile bağlantılı’. Aziz Serdar bu konuda şöyle söylüyor: ‘Barzani petrolü pozisyonunu güvence altına almak ve bunu bağımsızlığa giden bir yol olarak gören halkı seferber etmek amacıyla kullanıyor. Türkiye için, anlaşma ithalat faturasını ve 800 milyar dolarla ekonominin temel zayıflığı olan cari açığı azaltacak daha ucuz enerji kaynağına ulaşmak demek...”
“Şimdi artık ‘bahar’ 2011’in Arap devrimlerini izleyen siyasi kargaşa ve iç savaşın yanlış tanımıdır. Fakat Ortadoğu’da bir ulus için özgürlük ve refahın çiçek açmaya başladığı görülüyor. Irak Kürdistan hükümetinin üst düzey yetkilisi Fuad Hüseyin, keyiften dört köşe, ‘İnsanlar, Arap Baharı’ndan değil, Kürt Baharı’nı konuşmaya başladılar’ diyor...
Kürdistan, mükemmel olmasa da, bir demokrasi; toprakları barış içinde ve ekonomi yılda yüzde 11 ile büyüyor. Yabancı yatırımcılar ışıldayan yeni havaalanlarından, özellikle Kürtlerin kontrolündeki petrol sahalarına yatırım yapmaya geliyorlar. Exxon, Chevron, Gazprom ve Total, bölge hükümeti ile anlaşma imzalayan çokuluslu şirketler arasında. Kürdistan’dan Türkiye’ye döşenmekte olan yeni bir boru hattı, petrol ihracatının birkaç yıl içinde günde 1 milyon varile fışkırmasını mümkün kılacak. On yıl önce bölgenin 5.2 milyonluk nüfusu için tek bir üniversite varken, şimdi 30 tane var.” (6)
Burdaki aktarımın ortak yorumu; Kürt petrollerinin pazarlanması için Kürt-Türk kardeşliği zorunlu tercih haline gelmek zorundadır! Çandar’ın “ekonomik büyüme” ve petrol hattının yaratacağı siyasal büyümenin ancak Misak-i Milli perspektifi ile gerçekleşebileceğine yorumu, siyasetçilere mesaj sunar mahiyet taşımaktadır.
Güney Kürdistan petrolünün Türkiye’ye akması karşılığında Güney Kürtleri  Irak’tan bağımsızlıklarını kazanmış olacaklardı. Barzani’nın Irak hükümetine karşı “bağımsızlık” çıkış ve tehditlerinin bu sürece denk gelmesi boşuna değildir.
Güney Kürdistan, bilineceği gibi ekonomik olarak Türkiyenin “arka bahçesi” durumuna getirilmiştir. İnsaat, ulaşım, gıda, elektronik eşya, ilaç ve tibbi malzeme sektörü ağırlıklı olarak Türk firmalarının elindedir. Güneyli Kürtlerin Türk devletine ekonomik entegrasyonu, kültürel entegrasyona da dönüşmüş durumda.
Türk sanayici ve iş adamları yanı sıra Fethullahın “misyoner” görevi oynayan ticari kurumları tam bir seferberlik atılımıyla Güney Kürdistan’ı hedef belirlediler.  Sol literatür, “Ekonomik bağımlılık siyasal bağımlılığın nedenidir” tespiti, bu ilişkiyi tezahhür edecek duruma varmıştır.
Türk  islamcı, solcu ve miliyetçi işadamlarının akınına uğrayan Güney Kürdistan Türkler için Avrupalıların Amerika’yı keşfetmesi gibi yeni bir dünya gibiydi. Ekenomik entegrasyon, sıcak Para ile borçları kapatma, görece bir ekonomik refah ve siyasal istikrar bu sürecin esas damarlarını oluşturacaktı. Güney Kürdistan’lı işadamları ise, Türklerin bu akınlarına kapıyı sonuna kadar açmışlardı. Araplara karşı tepkili, İranlılara karşı mesafeli olan Güney Kürtleri için Türkler “kurtuluşun tek merkezi” haline gelmiştir.
Örneğin Türk Ordusuna ait olan OYAK ve  HÜRSİAD gibi kuruluşlar Güney Kürdistan’ı ekonomik abluka altına alarak Türki cumhuriyetlerine benzetmek istediler. Buna cani gönülden açık olan Federe devletin kimi yöneticileri Arap tehdidi ve İran’a mesafeli politikalarıyla Türklerin “Kurdi cumhuriyeti” olmayı tercih ettikleri rahatlıkla söylenebilir.
Büyük Kürt zengini ve geleceğin siyasal lider kimliğini Türklerle yakınlaşmakta bulan Neçirvan Barzani, Türkiye’ye yaptığı bir ziyaretinde bu durumu  “Türk iş adamları için ülkemiz Türkiye’den daha güvenlidir, yatırım yapmanızı bekliyoruz” diyerek daha fazla engtegrasyonun mesajlarını veriyordu.
Bir yandan Avrupa’ya açılmanın tek yolu olan Türklerle ticari ve siyasal ilişkiler fikri rasyonalist politiya hükmederken, diğer taraftan varlığını Türk hakimiyetinde bulan “zade Kürtlüğün” eleştirisine yol açmaktaydı.
Ekonomik entegrasyonun siyasi entgrasyona yol açacağı tartışmasızdır.  Güney Kürdistan’ın Türklerle ekonomik entegrasyonu, Nakşiciliğin derin etkisine sahip olan Kürtler için “müslüman Türk-Kürt kardeşliği” entegrasyonunu  daha da  çekici hala getirmiştir.
Ekonomik, dini ve siyasal bağlar üzerinde gelişen stratejik süreç, özetle izah edilmeye çalışılırsa “Misak-i Milli’nin restoresyonu” anlamına geliyor.
Sonuç olarak, bu süreci 1920’ler ile kıyaslamak ciddi bir yanlıştır. 1920’lerde Misak-i Milli fikri “kardeşlik” adına yola çıkıp inkar ve tasfiye ile sonuçlanmıştır. O dönemlerde, Türk ulusunun varlığına karşı Kürt ulusunun inkarı yatıyordu.
Ancak günümüzde “inkar ve tasfiyenin” yerini Kürt petrolünü pazarlayan Kürt-Türk ekonomik işbirliğinin pazarı olarak ortaya çıkmaktadır. 1920’lerdeki Türk uluslaşması Kürt inkarını getirmiştir, ama bu gün Türk ekonomisinin büyüme ve hatta var olma şansı Kürtlerle entegrasyon projesi ile öngörülmektedir.
Kürt cephesinde bu restorasyonun siyasal-psikolojik aktörü Öcalan iken, ticari ve ekonomik anlaşmaların yürütücü gücü ise Güneyli  Kürtler olacaktır.
2-      Misak-i Milli restorasyonun da  Öcalan faktörü
Öcalan bir Kürt lider olarak dört parçada etkili olan bir isim.
Barzani ile Güney Kürdistan’a hükmedebilirsiniz, ama diğer parçalara hükmedemezsiniz! Talabani ve Barzani’nin hükmü, sadece kendi topraklarında (parçalarında) geçerlidir. Ancak Öcalan bu iki Kürt liderden farklı olarak Türkiye, Suriye ve İran Kürtlerinin çoğunluğunda etkili bir isimdir. Güney parçasında ise Barzani-Talabani kadar olmasa da belli bir ağırlığı vardır. Öcalan birleştirici ve yönlendirici güce sahip olduğu için, bu süercin başlıca aktörü durumuna gelmiştir.
Eski Mit’çi Mahir Kaynak, bir yazısında Kürdistan’ın diğer parçalardaki Kürtlerin Türkiye ile nasıl birleştirileceği sorusuna ilişkin bir anısını şöyle anlatarak, cevap vermeye çalışmaktadır:
“Bir gün televizyonlarında (Kürt televizyonu olan Med-Tv kastediliyor: b.a.) konşurken şunu söyledim: ‘Dünyadaki bütün Kürtler halkımızın soydaşıdır. Devlet yurt dışındaki Kürtlerle ilgilenmeli ve onların sorunlarının çözümüne yardımcı olmalıdır ama Kürtlerin bir bölümü başka ülkelerde yaşadığı için o ülkelerle anlaşmazlıklara sebep olabilir’ dedim. Programa, benim gibi, telefonla katılan Öcalan şunları söyledi: ‘Sayın hocam, dış ülkelerdeki Kürtleri bana bırakın. Ben bu işi hallederim.” (7) diye aktarmaktadır.
Özellikle Suriye’de son gelişmeler, PYD’yi milis örgütlemesiyle yarı-ordu gücü haline getirmiştir. Öcalanın psikolojik-manevi üstünlüğü ile PKK öncülüklü silahlı taktik güç Ortadoğu’nun değişiminin olumlu yada olumsuz en temel faktörü olduğu kesin.
Uluslararası sermaye, bu faktörü hesaplamadan politika üretmesi mümkün değildir.
Dört parçadaki Kürtler üzerinde tesiri bulunan, ve bu dört parçayı birleştirebilecek halihazırda tek güç Öcalan şahsında buluştuğu için, bu sürecin aktörü Öcalan olmuştur.
Geçen günlerde Öcalan’ın Times gazetesinde ‘dünyatının en etkili yüz kişisi arasında” sıralanması bu gücünden dolaydır.
Abd’nin övgüleri bir karekter nitelemesini tanımlamaz. Atfedilen bir “rol” vardır, sözkonusu övgülerde. İki yıl önce Akp lideri Erdoğan Times dergisinin kapağına manşet konusu olmuştu. Erdoğan’ın bu manşeti ile bu gün Öcalan’a “etkili yüz kişi içinde yer alan kişi” belirlemesiyle atfedilen “rol” benzer içeriktedir ve bu sürecin iki aktörünü sözkonusu “entegrasyon”da buluşturmayı amaçlamaktadır.
3-      Misak-i Milli restorasyonu
Son dönemlerdeki adına “imrali süreci” denilen ve Öcalan’ın Newroz’da okunan bildirisiyle start bulan “çözüm” projesi bir protokol olarak gerçekleşmiştir. Bu protokol görünürde “Türkiye’de Kürt sorununun demokratik çözümü” olarak kamuoyuna sunulsa da, Misakk-i Milli’nin güncelleştirilmiş temelleri üzerinde istişare edildiği sonucuna varmak mümkündür.
Öcalan’ın “Ortadoğu konfedarilzm” teorisi ne tam klasik solun “komün” teorisi, ne de tam olarak Federal birliklerin konseyi anlamına geliyor. İdeolojik farklılar arzeden konfederalizm ile “müslüman birliği”nin ortak teması “kardeşlik” soyutlaması olduğundan, her iki tarafta bu soyutlamayı kendi perspektifleriyle yorumlamaktalar.
Yani “demokratik konfederalizm” “kardeşlik”, “ortak yaşam” soyutlamaları Türk hükümetinin “islam kardeşliği” adı altında Güney ve Güney Batı Kürdistan’ı himayesine alan Misak-i Milli görüşüyle uyumluluk arz etmesi sonucu bu projeyi daha bir cazip kılmıştır.

“Türklerin şemsiyesi altında Kürtlerin ekonomik ve sosyal entegrasyonunda siyasal statü ne olacak” sorusu halen belirsiz olmasına rağmen, bu projeye Güney federe devleti, PKK ve Güney-Batı Kürtleri olumlu bakmaktalar. Örneğin geçen yıllarda Barzani’nin Maliki hükümetine karşı “bağımsız Kürdistan” tehditleri, Türkleri incitmediği gibi, Barzini’nin Maliki hükümetene karşıtlığı Güney Kürtlerini Türklere yakınlaştıracağı düşüncesiyle Akp tarafından Barzani’nin bu çıkışları desteklenmiştir.
Güney’in “bağımsız Kürdistan” çıkışı, özgür bir ulus-devlet fikri olmaktan ziyade, Irak’tan kopma,  ekonomik ve siyasal olarak Türkiye semsiyesi altında yaşamayı öngürdüğü, yakın zamandaki ilişkilerden anlaşılabilir. Nitekim geçen yıllarda CIA ajanlarından Grahm Fuller bu konuya ilişkin şu açıklamayı yapmıştı:
“Kuzey Irak’taki Kürtlerin durumu ise farklı. Elbette şu anda Bağdat hükümetine güvenmiyorlar. Ancak Kürtler bir bağımsızlık ilan ettiklerinde onları hangi ülke tanıyacak? O zaman bu türden bir hükümet (Kuzey Irak Kürt Yönetimi), Türkiye’ye katılmak isteyecektir. Bu durumda Türkiye çok çekici bir hale geliyor. Kürdistan’ın Türkiye ile işbirliğine hem politik hem ekonomik açıdan ihtiyacı var. Türkiye ve bölgenin entegre olmuş halinde ise Diyarbakır başkent olur.” (8)
Tüm bunların toplamı, Öcalan’ın “Misak-i Milli güncelleştirilebilir”  demesi, Türklerin “müslüman Türk-Kürt kardeşliği” argümanı ve Güney Kürtlerinin Türklerle ekonimik ve siyasal engegrasyon politikaları sonucu ortak bir heyecanı duğurmaktadır. Bu heyecan, şimdilik Misakki Millinin restorasyonu olarak ortak noktada buluşmaktadır.
...
Bölgesel değişimin Kürtlersiz olmayacağı artık anlaşılmıştır. Bölgesel değişim, Kürtlerin reddi durumunda bölgesel bir savaşa yol açabilecek gibi, bu savaş sonucunda bağımsız bir Kürt devleti ortaya çıkarma potansiyelleri mevcuttur.
Ancak bölgesel olarak Kürt sorunsalında, Kürtlerin iç dinamikleri artık dış dinamiklerle birlikte yürümek zorundadır. Ulusal pragmatik politikalar ile bu karşılıklı çıkarlara dayalı “uyum” politikaları olabileceği gibi, öngörüsüz ve özgüvensiz durumlar sonucunda “bağımlı”laşmaya da götürebilir.
Türkiye uluslararası güçlerin taahhütü ile devletin bölünmezliğini garanti altına almak şartıyla, Türkiye’de asgari düzeyde anayasal çözüm, Güney’le ekonomik ve siyasal entegrasyon, Suriye Kürtlerini ise bu plan içinde eritip Türk devletiyle buluşturma stratejisi izlenecektir. Bunun sonucunda “bağımsız Kürdistan”  ideal ve projesine karşı bir tedbir olarak Erzurum ve Sıvas Kongresinde olduğu gibi “ortak vatan”, “ortak millet” ve “müslüman Türk-Kürt kardeşliği” argümanıyla Misaki Milli hayalini canlandırmak istemektedirler.
Halihazırda “Ulusal kongresi” ve dolayısıyla ulusal iradesi tayin edilmemiş Kürtlerin partileri olan PKK, KDP tamamıyla YNK ise ihtiyatlı olmak kaydıyla bu süreci onaylamaktadırlar. YNK ve Talabani kısmen İran eğiliminden yana olacağı ve Soran Kürtlerinin, Kuzey’de ise Alevilerin bu projeye uzak kalma ihtimali vardır.
Türkiye Ortadoğu değişiminde ya bağımsız Kürdistan ile karşılaşacaktı, ya da “Türkiye’ye bağlı Kürdiye” seçeneği olan “Misak-i Milli” hayalini canlandıracaktı. Türkler için rasyonalist gibi gözüken bu proje PKK ve KDP’nin uyumlu politikalarıyla daha cazip hale gelmiştir.
4-      Demokratik ulus ya da ortak etnisite
Tarih iyi irdelendiğinde, bu tezin özü M.Kemal’in Sivas ve Erzurum kongresinde savunduğu ”Müslüman Kürtlerle Türklerin kardeşliği, Kürt-Türk milleti” uluslaşma perspektifinden esinlendiği görülecektir.
M. Kemalin tezinde “ortak millet” vurgusu ulusal bütünlüğe, müslüman kardesliği ise “ruhsal birliğe” hitap ediyordu. O dönemin koşullarında Kürtlerin Türklere adapte edilmesi karkşılığında ortak bir ulus oluşturma gayreti, Türkçülüğün teorisini yapan Ziya Gökalp gibilerinden gelecekti. Kürtleri aşağılayan Gökalp, “muaasır medeniyetle tanışmaları için Kürtlerin Türkleşmesi gerektiği” sözü M.Kemal’in “ortak millet” firkirine hizmet etmişti.
Günümüzde bu “ortak milet” kavramı modernize edilerek “demokratik ulus” “ortak etnisite” diye tanımlanıyor.
Bazı Türk yazarları ise bunun “rasyonel” gerekçelerini ise söyle ifade ediyorlar; diyelim ki Kürtler bağımsız bir devlet kurdu, peki İstanbul’da, Adana’da İzmirde’ki Kürtler ne olacak? On binlerce Kürt-Türk evliliği vardır, Kürdistan politik olarak kurulabilir, ama sosyolojik olarak kurulaması zordur” derken “ortak millet” tezini bir seçenekten öte zorunluk olduğunu öne sürmekteler.
Sosyoloji ve ulusal kavramlar üzerine araştırma yapmış etnografi ve etimoloji ulusları dil ve kültür birliği olarak ayırır; devletleşme süreçleri ise ekonomik, ruhsal ve siyasal birlikleri olarak ifade bulur.
Tarihte doğal özümleme  (asimilasyon) yaşanmıştır, bir çok kavim yok olup gitmiş, yada diğer kavimler arasında erimişlerdir. Bu doğal bir toplum yasasıydı. Örneğin Mezopotamya da Hurri, Med, Pers, Akad, Babil, Urartu, Mittani, Arami vs. kavimlerden bahsedebiliriz, ama bunların birer temsilini bu gün bulmak zordur; kimileri Arap, kimileri Kürt, kimileri Fars kimiliğiyle ayakta kalmışlardır; bu tarihin doğal bir süreciydi.
Bu doğal süreci, iki ulusun gönüllü ya da zoraki evliliğine varabilir mi, sorusu tartışmanın ötesinde absürttür.
Kaldı ki Kürtler dil, ruhsal birlik, kültürel farklılık itibariyle son dönem mücadeleriyle birlikte ayrı bir ulus olduklarını ıspatlamışlardır.
“Ortak etnisite” tezi bu açıdan yanlıştır, sosyolojik olarak mümkün değildir!
Kürt sorunsalının büyük bölümünü Türk devleti oluşturduğuna göre Türk ve Kürtten çıkma ortak millet kavramına İran, Suriye ve Irak Kürtleri kadar Rusya ve diaspora Kürtleri ne kadar dahil olacak?
Mahir Kaynak bir yazısında “dünyadaki tüm Kürtler Türkiye cumhureyitinin vatandaşıdır” diyerek, çare bulmaya çalışmaktadır!  
Irak, İran, Suriye sömürgeciliğinden Kürdü alıp, zorlama Türk-Kürt uluslaşmasına monte ettirmeye çalışmak bilimsel olamdığı gibi, tehlikeli sonuçlara da yol açabilir.
Politik çözümler  olan bağımsızlık, federosyan, özerklik ve hatta anayasal vatandaşlık öne sürülebilir. Bunların azlığı çokluğu, yanlışlığı doğruluğu tartışması bir yana, ancak her biri birer politik çözümdürler. Anlaşılırdır. Yani iki ulusun ortak devleti olabilir, ancak iki ulusun evlendirilmesi sonucu zoraki bir sentez ortaya çıkarılamaz. Türkler bunu imha ve asimilasyonla denediler, ama başaramadılar. Tarihteki beyzade Kürtleri ise gönüllü Türkleşmek istediler, yine olmadı.
Bunun için Kürt sorununu çözme arayışı olan politik çözümler adını verdiğimiz statüler tartışılabilir; her partinin kendi özgün talepleri onun siyasal kimliğini tanımlaması açısından anlayışla karşılanabilir. Ancak  “ortak etnisite” ile ulusal damarları tartışmaya, ya da Kürt uluslaşmasını zedelemeye yol açacak eğilimler, reddedilmesi gereken ulasal bir duruş olacaktır.
Koşullar çercevesinde, makul çözümler gündeme alınması ile Kürt ulusal damarın “Türklüğe”  monte edilmesi farklı bir şeydir. Kaldı ki, “Ortak etnisite” tezi Kürtlerin bir projesiymiş gibi öne sürülse de, Erzurum ve Sivas Kongresinde savunulan, Müdafai Hukuk Cemiyeti tarafından Kürtlere zorla ve aldatmayla kabul ettirilen “ortak ulus” tezinin bir türemesinden başka bir şey değildir.
BDP’li bazı vekiller özellikle Akp’nin kulağına hoş gelecek bu tezleri sık sık dillendirmeleri bir “yamanma” psikolojisidir. Dün Akp devletini “kopuş” ile tehdit eden bazı Kürt vekillerin bu gün habire “ortak bayrak”, “ortak etnisite”yi ön plana çıkarmaları, Kürt halkının acil ve öncelikli taleplerine de gölge düşürmektedir.
Sonuç itibariyle, Türkler Misak-i Milli politikası karsısında heyecanlanabilir; Kimi Kürt siyasetçileri ve özellikle Kürt zenginleri bu politikalarda çıkarlarını bulabilir; Amerika bu iki güç üzerinde Petrolü daha fazla pazarlayabilir. Bunlar siyasetin doğal süreçleridir. Ancak ulusal kimlik siysaset üstü bir kurumdur, siyasal kimlikler sadece ulusal kimliğin doğrultusunda hareket ettikleri sürece “ulasalcı” nitelik kazanırlar.
ÇÖZÜM : Bu süreçte Kürt ulusunun özgür geleceği için en makbul görüş hızla ve acilen Ulusal Kongre’nin inşaasıdır. Kürtlerin mücadele biçimleri, yöntemleri, talepleri ve hatta görüşme yetkileri parti-parça tekelinden çıkarılıp ULUSAL KONGRE’de örgütlendirilmelidir. Kürt halkının kaderini ilgilendiren kararlarda ULUSAL KONGRE tayin edici olmalıdır.
Misak-i Milli projesi restore edilebilir mi
Abd Ekonimik krizden kurtulmanın yolunu, Türkiye’nin üzerine yığdığı bölgesel sorumlulukla atlatmaya çalışıyor. Türkiye ise “büyüme” hayali ve “bölünme” korkusuyla tüm Kürtleri “kucaklamaya” çalışıyor!
Enderson’un masallarına konu olabilecek pesimist bir sürecin algısı sanki, yaratılmak istenen dünya!
Oysa Rusya kara ordusuyla halen bir güç ve bölge de etkili. İran Şii ittifakın komutanlığını üstlenerek iktidar olamayacağını bilse de “oyun bozan” rolünü algılamış durumda.
Herşeyden önce Avrasya’da, Ortadoğu’da ekonomik olarak büyüyen, Kürtleri sırtına almış Emperyalist bir Türkiyenin doğuşunu herkesin “sesizlikle” izleyeceği kuşkuludur. Lozan anlaşmasında Misak-i Milliyi reddedeen İngilizler, bu gün Misak-i Milli’yi Türklere hediye edecekler mi?
Ekonomik ve siyasal olarak büyüme bir dostluğun işareti mi, yoksa rekabetin başlangıcı mı olacak, sorusunu jeo-politik ve  jeo-stratejik düşünenlerin cevaplaması gerekiyor.
Yoksa tarihin büyük yasası mı işlenecek? Önce büyüt sonra düşür! Yani daha yalın bir dille, Kürdistan önce Türkiye’ye yamanacak, ekonomik ve siyasal iktidarını kazandıktan sonra “bağımsızlığı” ilan edilecek! Osmanlı’da önce büyümüştü, sonra parça parça bölünmüştü; tarih, dünün yaşananlar hikaye ise, bu gün yaşananlar neden yarının tarihi olmasın!
Hesaplar, kuşkular, kurgular çok. Ancak bilinen tek şey, Ortadoğu’da kapalı odalar ardında yapılan hesaplar artık tutmuyor.
Batılılar istikrarını Ortadoğu’nun istikrarsızlığı üzerine kurmuş iken, “Türkiye’ye bağlı Kürdiye” ile bir istikrardan bahsetmek bir hayal, hayal değilse eğer Kürtleri Türklerden ayıran projeye mi dönüşecek ihtimal ve varsayımları, önümüzdeki süreçte cevaplanması gereken sorular ve siyasal seçenekler olarak duracaktır.
Yararlanılan Kaynaklar
1-      http://www.kovarabir.com/1919-1923-yillari-arasinda-mustafa-kemal-ataturk%E2%80%99un-kurt-meselesi-karsisindaki-tutumu-ve/
2-      http://www.zaman.com.tr/mustafa-armagan/meger-erzurum-kongresinde-turk-kurt-kardesligi-cagrisi-yapilmis_2071934.html
3-      İsmail Göldaş, Kürdistan Teali Cemiyeti
5-      Kürdistanda Dersim Tarihi, Nuri Dersimi
6-      http://www.radikal.com.tr/radikal.aspx?atype=radikalyazar&articleid=1130462&yazar=cengiz-candar&categoryid=78
8-      Radikal Gazetesi 6 Nisan 2012 tarihli Tolga Tanış’ın haberinden


30 Nisan 2013

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder