KÜRTLER “UMUTLU” TÜRKLER “HOŞNUTSUZ”
Geçen günlerde, bir Fransız kütüphanesinde “uluslararası ilişkiler tarihi” üzerine karıştırdığım kitaplar arasında Fransız bir yazara ait, “hümaniter emperyalizm” kitabı dikkatimi çekti. İlk incelememle farkında olmadan bir bölümünü ayakta okumuştum.
Bu bölümde iki nokta, dikkatimi çekmişti:
Bir, Hillary Clinton’dan “barış, insan hakları ve demokrasi savunulmalı ama bunlardan önce silahlanma projesi öncelikli olmalıdır” alıntısı ile beslenen düşüncelerin hemen ileriki kısımda ise “Irak’taki Kürtler desteklenmelidir, Ancak Türkiye Kürtleri değil!” demesi “hümaniter emperyalizm” tezini açıklamaya yetiyordu. Amerikan saldırganlığı ile Avrupa ikiyüzlülüğünün birlikteliğinden ortaya çıkmış bir “hümaniter emperyalizm”i “barış”, “demokrasi” ve “insan hakları” kavramları ile süsleyip, “insancıl sömürgecilik” tezine argüman kazandıracağından kuşkum kalmamıştı.
İkinci ve en çok ilgimi çeken nokta ise; defalarca okuyup, mantığını çözmeye çalıştığım konuyu yazar “Politikanın iki itekleyen gücü vardır. Biri umut, diğeri ise hoşnutsuzluk” şeklinde formüle etmesiydi.
Politika, isteklerini kabul ettirmenin yoludur, şeklinde de tanımlanabilir. İstekleri kabul ettirmenin birinci yolu, caydırıcı güç olan silahlanma, ikincisi ise karşıdaki gücü sıkı bir markaja alan eleştirel istekler; yani hoşnutsuzluk!
Politikanın itici güçlerinden olan hoşnutsuzluk ve umut formülasyonu neyi anlatıyor bize? Silah, para, insan kaynakları ile psikolojik üstünlük gücünü elde tutanların “barış” demeleri ile “barış” derken bile barışın önendeki engellerden hoşnutsuzluklarını dile getirmeleri, politikanın itici gücü olmayı sanıyorlar anlaşılan.
Umut kime düşüyor? Gücü elinden alınmış yoksullara, ikinci ve üçüncü sınıf politika yürütenlere! Herşeyimizi kaybedebiliriz, ama umudumuz var yeter! diyenlere.
İnsanlık tarihini inceleyelim, egemenlerin “hoşnutsuzluklarını” anlatan gemlenmez istekleri ile ezilen halkların herşeyi kaybettikleri anda “umudumuz var” dedikleri hayallerin çatışmasını anlatır bize. Umut ve hoşnutsuzluk bölünürse, biri aptallaşmayı diğeri egemen olmayı doğurur.
Umutlu olmak elbette güzeldir, ama demek ki yetmiyor, isteklere sahip olan hoşnutsuzluğa da ihtiyaç var. Almayı beklemek değil, sürekli talep eden; bıktırırcasına istemek, zorlarcasına almasını bilmektir hoşnutsuzluk.
Çünkü hoşnutsuzluk, karşısındaki gücün psikolojisini bozarcasına insiyatifi ele geçirmenin yoludur.
...
Son sürece uyarlayalım bu mantığı. Akp önce Kandile bombaları yağdırıyor, sonra da “barış, kardeşlik, tabii haklar” diyorlar. Clinton’nun önce silahlanma, sonra barış tezine ne kadar da benziyor!
Ve siyasetin iki itici gücü olan kavramların dağılımına bakalım: Kürtler Barış karşısında hep iyimser ve umutludurlar.
Türkler ise hassasiyetleri dolayısıyla barıştan huzursuz ve hoşnutsuzlar! En aydınları, Kürtlerin var olması karşılığında Türklüğünden istifa edecek kadar hoşnutsuz!.. Milliyetçiler, dün köle olarak kullandığı Kürdün eşit haklara sahip olmasından hoşnutsuz!.. Atatürk’ün tek kafalı “sol”cuları “ana dil ülkeyi bozar” diyerek hoşnustsuz!.. Akp gerillanın varlığından hoşnutsuz, ; Kürt ve Türk zenginleri “Kürt ‘terör’ünün girişimlerini engellediği” için huzursuz! Türk dışışleri, Suriye’deki Kürtlerin statü kazanmasını tehdit saydıkları için hoşnutsuzlar!.. BDP’lilerin konuşma tarzı bile birilerine göre çok “sivri”, diğerlerine göre ise çok “kaba” olmasından hoşnutsuzlar!..
Kürt köyleri hiç yakılmamış gibi, faili meçhuller hiç yaşanmamış gibi, yüzbinlerce Kürdün iskecehanelerden geçmemiş gibi bir hava estiriyorlar adeta. Katil, suçlu, saldırgan, yakan, yıkan, düzen bozancılık yine Kürtlere düşüyor anlaşılan! Ahmet Arif’in dediği gibi, “adımız çıkmış kaçakçıya, hayına, eşkiyaya” bundan hoşnutsuzlar.
Barışa Umut ve hoşnutsuzluk duyanların mücadelesi!..
Tuhaf bir şeyler oluyor, mağdur olan , tabii hakları bile tecavüze uğramış, bu sistemin varlığından bile hoşnutsuz olan Kürtlere “umut” kısmı, Türklere ise “hoşnutsuzluk” kısmı düşmesi bir tanrı vergisi mi acaba!...
Barış ve tartışma süreçlerinde “ikna edilmenin” en büyük kısmı hoşnutsuzluk duyanlara düştüğünü belirtmeye gerek var mı?
Kürtlerin ikna edilmesi gerekirken, Türklerin ikna edilme tarafına geçmesi anlaşılır bir şey mi acaba? Hoşnutsuzluk bölümü Kürtlere düşmesi gerekirken, umuda sarılı kalmaları hayra alamet mi acaba?
Bir “Kürt kökenli” Türk vekili “aman Erdoğan’ı kızdırmayın, hoşnutsuzluklarınızı bir köşeye bırakın” diye habire “umudu” Kürtlere pompalıyor.. İstihbarat kulaklı Türk yazarlar, “Kürt basını neden barışı yazmıyor” diyerek, kuşkuları yerine “umudu” yazmayı istiyorlar. Erdoğan’ın danışmanları “Kandil kuşkuları yerine umudunu dile getirmeli” diyorlar.
Kürtlere dayatılmak istenen tam bir ruh romanların konusudur. Anton Çehov’un “6 numaralı koğuş” kitabındaki kahraman olan Andrey’i önce bir karşımıza alalım:
İsteme yetisini yitiren, namusluluğu olağanüstü seven Andrey, susadığında bir bardak suyu bile birinden isteyemecek kadar görgülü ve kibar biriydi. İsteme yerine “acaba bir su içsek” diye mırıldanarak birilerinin onu duyacağına kendini inandırırdı. Onu duyacak birine umutlanırdı.
Andrey, çok namuslu ve ahlaklıydı; bunun bedelini hep ezilerek veriyordu, ezildiğinde bile kendini ezenlere saygısızlık yapacağından korkacak kadar alçak gönüllüydü. Hoşnutsuzluk ve istek kavramlarına yabancılaşmış biriydi!
Türk aydınlar Kürtlerin Andrey gibi olmasını öğütlüyorlar. İstek dürtüleri öldürülmüş bir umutla, verilene razıgelen bir ruhsal durumla barış yapacağını sanıyorlar.
Akp ve basını, umudu elimize verirken, yüreğimizdeki kuşkuları çalmak istiyorlar.
İyi insanların kötü politikacılığından, ya da kötü insanların iyi politikacılığından bahsetmiyoruz; iyi ve onurlu insanların iyi politika yapabileceğinden bahsediyoruz. Bunun yolu da umut ve hoşnutsuzluğun birlikteliğidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder