9 Temmuz 2013 Salı

Mursi'den Erdoğan'a...

Mursi  “seçimle” geldi, darbeyle gitti.
Dönemin siyasetçisi olmanın işgüzarlığının bir soncu.
Tarihin bir yalanı, siyasetin acımasız sonucu Mursi’yi tahtından ettiği gibi, itibarından da edecektir.
Mısır’daki darbe depremi en yakın etkisini Türkiye’de gösterdi. Erdoğan “darbeler kötüdür” diyor. Demokratik seçimleri öne sürerek, Mursi’ye arka çıkmakta.
Darbeler kötü olmasına kötü de, birilerinin beslemesi olup “seçimlerle” işbaşına gelmek daha da kötüdür. Erdoğan “darbe”yi kınarken, “batı beslemesi” olduğunu gizlemeye çalışıyor.  Jakoben darbecilik yerine post-modern darbeciliğin adı olan “besleme seçim çocuğu” olarak dünyaya gelmesini unutmuşa benziyor.
Gezi olayları içerden, Mursi’nin gidişi ise bölgesel ve küresel boyutta Erdoğan’ın tahtını sarsmıştır.
Erdoğan’ın “demokrasi, seçim ve darbe karşıtlığı” haykırışı bu nedenle!
Abd 2000’li yıllarda “radikal islama karşı radikal tedbirler” yerine “ılımlı formlar” üzerine tartışmaya başlamıştı. Ortadoğu’da bu “ılımlı formu” Türkiye, Mısır ve Ürdün üzerinden geliştirmek istiyordu.
Mısır’ın İsrail’le tarihsel çelişkisi, Ürdün’ün jeo-politik ve jeo-stratajik kapasite yetersizliği, Türkiye’yi bu “ılımlı formun” gözdesi yapmıştı. Erbakan’dan kopmalarla liberal sermayanin savuncuları olarak Erdoğan-Gül ve Arınç üçlüsüne, Tanrının ilk insanı topraktan yapıp üfleyip can vermesi gibi, Batı’nın üflemesi ile bu üçlü hayata geldi.
Bu “ısmarlama ve besleme” siyasetçilerin vizyonu “değişen kadrolarla değişen Ortadoğu politikaları” olarak tanımlanmıştı.
Abd Ortadoğuy’u liberalize edip “az sorun ile çok kazanç” mahiyetinde, tarihteki vasallık kurumunu Türklere adderken, Türkler “sultanlığa” göz  diktiler.
Mısır ise trajik tarihini yaşıyor. Mursi “demokratik seçimlerin çocuğu” idi ama bu gün, darbenin kurbanı! Bu kurbanın tek savunucusu Erdoğan ile gücü ağzındaki sözün ötesine geçmeyen Afrikalılar!
Peki Mursi’nin darbe ile gidişi bize neyi anlatır?
Mursi’de Erdoğan gibi küresel sermayenin “besleme çocuğu” idi. Ama içte özgürlükleri kıstı, dışta ise liberal dünya stratejisine karşıt olarak Müslüman Kardeşler minvalini tercih etti. Bu tercih, Mursi’nin sonunu getirdi. Avrupa uydurması olan “Arap baharı”na devrimci diyenler, bu günde Mursi için sokaklara dökülenlere “devrimci” diyorlar. Kürtleri uluslararası siyasetten koparıp, Erdoğan’la aynı kulvarda buluşturmanın tuzağıdır, bu “devrimci” söylemler!
Mursi’nin gitmesiyle Erdoğan’ın sallanan tahtına “güvünce” olmak isteyen kimi “sol” eğilim ile gerici-zengin Kürtlerin “darbe karşıtı” hastalığı Kürtleri uluslararası siyasetten  tecrit ettirmenin arayışlarıdır.
Hatay faciasında Erdoğan’ı destekleyen, Taksim olaylarında “güçlü Erdoğan” söyleyen ve Mursi olayında ise “darbeciliğe karşıyız” diyenler Kürtleri uluslararası gelişmelerden kopardıklarının farkındalar mı, tartışmak lazım. 
Erdoğan’ın Kck operasyonları bir Kürt darbesi değil miydi?
Erdoğan’ın 6 Kürt milletvekilini hapiste rehin tutması bir seçim darbeciliği değil de nedir? Mursi darbesine karşı çıkılırken, Kürt özgürlüğü Erdoğan’ın kucağına itilmemelidir.
Türkler açısından ise,  Taksim olayları “orta sınıf hareketi” olarak istismar edilen özgürlüklere dayanıyordu. Laik ulusalcılar bunu “tahrir”e benzetip  iktidarı devirmenin “deneyimine” dönüştürmek istediler. Ancak Taksim olayları ne Türk solunun gafilane tanımları gibi bir “devrim deneyimi” idi, ne de fırsatçı ulusalcılar gibi bir “darbe süreci”ydi.
Türk solu “devrim” laik ulusalcılar ise “darbe” hayali ile yanıldılar.
Taksim olaylarının uluslar arası etkisini görmeyenler, körün fili tanımlaması gibi tanımladılar. 
Uluslararası sermaya Erdoğan’a “seninle buraya kadar” mesajını vermiştir. Gül ve Arınç ekibi uluslararası sermayenin talepleri doğrultusunda bu sürecin “makul siyasetçileri” olarak iktidarlarını sürdürmek istiyorlar.
Ancak Erdoğan hırsını gemleyemeyecek kadar “hasta adam” ruh hali içinde.
Erdoğan, küresel sermayenin saldırılarına karşılık Kürt petrollleri üzerinde siyaset yapacaktır, içte ise gerici, zengin Kürtleri yanına alarak Kürtleri “oy deposu” olarak kullanacaktır.
Akp’nin siyasal reflekslerinden ziyade, Türkiye’deki gelişmeleri belirleyecek küresel sermayenin refleksleri daha fazla önemsenmelidir. Kürtler çıkarını sadaece Akp ile müzakerelere değil, uluslar arası gelişmelerin etkisini gözetleyen politikalar tercih edilmelidir. 
Mursi, Menderes örnekleri sadece bir tehdittir; dolayısıyla bir işarettir. Erdoğan şaşaalı alkışlarla geldi, beddualarla gidecektir.
Bedduayla gidenin arkasında fatiha okumaya gerek yoktur.

11 Haziran 2013 Salı

İmralı Resti ve "Eve Dönüş"

İmralı Resti ve “Eve Dönüş” yasası

Taksim olayları gölgesi altında gerçekleşen son İmralı görüşmeleri kadar verilen mesajlar da yeterince tartışılmadı.
PKK Lideri Öcalan “kendimi kullandırtmam” sözünü kullanması hem İmralı’dan “şüphe” duyanlara bir mesaj, hem de Akp’nin geçmiş “oyalama” taktiklerine bir cevap niteliği taşıyordu. Ancak verilen mesajın devamında “bundan sonra sorunun çözümünde samimiyet hükümete kalmış” demesi ise bu mesajın direkt muhatabı Akp’nin olduğunu anlamak hiç de zor değil.
İmralı’dan gelen “kendimi kullandırtmam” ve “bundan sonraki adımlar hükümetin samimiyeti” eleştirisi hükümeti pratik adım attırmaya dönük olduğu kesin!
Zira, Newroz’da “silahlı mücadele miadının bittiği” çağrısı ile PKK geri çekilme kararı almış, Kürt siyaset organları tüm açıklama  ve mesajlarını bu eksende yapmış, Kürt siyasetinin dili “Türkiyelileşme”, sorunun çözümü ise “demokratikleşme mücadelesi” ile açıklanmıştı.
Bunlar, Kürt tarafının attığı önemli adımlardı.
Devlet kanadını temsil eden Hükümetten ise halen “çıt” yok!
Taksim olayları Akp’yi bayağı sıkıştırmış olsa da, Kürtlerin “barışçıl duruşu”  Akp’yi rahatlatmışa benziyor.
Akp, gerillanın geri çekilmesini  “cehhenimin dibine gitsinler” sözüyle başlatırken, H.Cemal’in onlarca serilik yazılarıyla olan biteni “gazeteci” diliyle kamuoyuna açıklamayı yeterli gördüler.
Gerilla çekilme sürecinde olsa da, çekilmenin biraz daha uzun sürebileceğini KCK yetkilileri belirtmişti. Akp’nin oyalama politakısına karşılık “gecikme” bir taktik mi, yoksa koşulların bir sonucu mu, yakın zamanda göreceğiz. Ancak görünen o ki, işler karışık.
 Akp yakınlaşan Anayasa tartışmalarına kendini hazırlarken, pratik olarak hiç bir adım atmış değil. Ve “Anayasayı önce geçirelim sonra pratik adımlar atmanın yolunu açalım” diyerek Kürt siyasetçilerini ikna etmeyi deneyecekler. Kürt siyaseti buna hazırlıklı olsa gerek ki, ısrarla “pratik adım” diyor.
Kapalı kapılar ardında kimi vaadler verildiği ve tartışıldığı söylenebilir, ama görünen o ki “derin bir sessizliğin” olduğu!
Bu derin sessizlik içinde Akp’nin oyalama ve son dönemlerde sınır hattındaki askeri hareketliliğe karşılık Kandil’in “gecikme” habeberi Öcalan’ın dikkatini çektiği için “kendimi kullandırtmam” sözünü ifşa etmiş!
İmralı’nın bu mesajı, Taksim olaylarının parallelinde gelmesi hükümeti tedirgin etmiştir. Alelacele “eve dönüş” yasası gündeme getirilmesi bundan kaynaklanıyor.
Genel Af kavramı her yönüyle tartışılabilir. Af kavramının rencide edici olduğu Kürtler açısından bile kabuldur. Ancak İslami çözümün literatürü olarak gündemimize giren “hellalleşme” için bile devlet kanadından hiç bir adım atılmadı.
Akp’lilerin son günlerde “eve dönüş” yasasına sarılması Taksim olaylarının parallelinde Kürt dalgasından çekindikleri gibi Öcalan’ın Taksim olaylarını selamlaması ve “kendimi kullandırtmam” sözü etkili olduğu içindir.
Ancak “eve dönüş” yasası bir oyalama, zaman geçirme süreci olarak algılanmalıdır. “Suça bulaşmayanı topluma kazandırmak” sözü, pişmanlık yasasından daha rencide edici olduğu tartışmasızdır.
KCK “sessiz-sedasız”  sınır dışına çekilmeyi gerçekleştirmektedir. Ancak BDP aynı sükunetle süreci izlememelidir. KCK’nin “sukunetini” BDP siyasal aktivite ile doldurmalıdır.
Bu süreçte,  Taksim olayları eşliğinde hükümetin adımlar atması zorllanabilir. Buna örnek olarak on binlere varan KCK tutuklularının serbest bırakılması için bir kampanya düzenlenebilir, sivil aktiviteler geliştirilebilir.  Akp’nin samimiyeti “KCK tutuklularının serbest bırakılması” ile sınanabilir.Çünkü KCK tutuklamaları Akp’nin siyasal soykırımı ise, Akp önce kendi yaptığı suçlardan arınarak sürece girmesi zorlanmalıdır.  Ve Akp’yi zorlamak için en elverişli ortam  bugündür. Bu zeminde “KCK tutsakları serbest bırakılmalı” kampanyası basın ve siyasal organlarımız tarafından başlatılabilir. Sivil Cuma eylemlerinin sonlanmasını takiben böylesi bir gündemle Akp iktidarı zorlanabilir. Taksim gündemiyle sürükleneceğimize, Taksim olaylarını mücadelemizin bir zemini olarak değerlendirebiliriz.
Avrupa bu aralar Taksim olaylarına bu kadar ilgili iken, Kürt haklarını da bu gündemde canlandırmak çok zor olmasa gerek!
Kürt siyasetinin “barışçıl” duruşta olması normaldir, ancak sivil eylemler ile bu sessizlik daha anlam kazanabilir. Kısacası sessizlik bazen iyidir, ama sessizliği besleyen sivil eylemler daha iyidir.
İlk hamlemiz “KCK’lılar koşulsuz serbest bırakılsın” olabilir.
Haziran/2013


10 Haziran 2013 Pazartesi

Taksim Olayları ve Türk Solu

Taksim olayları ve Türk solu

Geçen Yazımızda Taksim olayları ile Kürtlerin rolünü ele almıştık. Bu yazımızda ise Türk solunu ele alalım.
Türk solu dediğimizde bir çok arkadaş kızıyor, “Türkiye devrimci Hareketi” dememizi istiyorlar. Bu iki ayrım üzerine hiç düşündünüz mü ? “Türk solu” ile “Türkiye devrimci hareketi” ayrımı nedir diye.
Türk solu, Türk ulusunun solunu temsil eder.
Türkiye devrimci hareketi ise Türkiye ve Küridistan’ı....
Türk solu içinde bir anket yapın yüzde ellisine yakını Kürt’tür. Irk olarak Kürtlüklerini “sınıf bilinci” ve “enternasyonalizm” teorrileriyle inkar ederler. Bu inkarlarına kılıf olarak da “Türkiye demokratik  ve devrimci hareketi” olarak tanımlanmak isterler.
Ancak ben Türk solu diyeceğim; Çünkü Fransız solu, Alman solu, Arap solu ve hatta Kürt solu nasıl bir realite ise Türk solu da böyle bir realitedir.  Türk solu “önce Türkiye’de devrim sonra Kürtelere özgürlük” diye, Kürtler adına konuşmaya kalkıştı, ama Kürtleri hep ikinci elde tuttu. Bunun için “Türkiye devrimci hareketi” diye tanımlanmak istedi. Kürtleri kendi içinde eriten mantık, solculuk adına asimilasyonun bir diğer öğesi oluyordu. Türk solu “Che Guevara’da bir Bolivya’lıydı” demagojisi ile Kürt solcularını örgütlemeye çalıştı, Kürdistan adına söz hakkına sahip olmaya kalkıştı.
Bunun için “Türkiye devrimci hareketi”  tanımı buna tekabul ederken; Türk solu ise Türk ezilen, yoksul ve emekçilerinin davasına tekabul eder. Bundan dolayı Türk solu içindeki Kürt solcuları hiç alınmasın “Türk solu” olarak anılmaktan.
Gerçekten temel ideolojilerin Kürdistan’a bakışı sorunludur.
Örneğin Kürt islamcısı “hepimiz ümettiz” der, Kürtlere asimilasyonu dayatır.
Kimi aleviler “Türk-Kürt önemli değil, önemli olsan insan olmaktır” diyerek, hümanizm adı altında Kürtlük eritilir.
Türk solu da, milliyetçilik karşıtlığı ve sınıf dayanışması adına Kütlüğü asimile etmeye çalışır.
Böylesi bir girişin Türk solu açısından çok ağır olduğunu biliyorum.. Ama Türk solu başta Kürdistan sorununda sınıfta kalmıştır, tarih boyunca Kemalizmin arkasında nal toplayan konumdan kurtulmamıştır.
Tarihsel olarak bu konumda olan Türk solu Taksim olaylarını doğru okuyabilecek mi sorusuna cevap arayalım...
Taksim olaylarının toplumsal duyarlılık taşıması olumludur, dipten gelen dalganın sesidir. Bu sese kulak vermek herkesin görevidir.
Türk sol hareketleri bu sürecin neresinde kaldı, ya da kalıyor sorusu acilen cevaplanması gerekiyor. Dikkat edilirse Gezi parkı ile başlayan olaylar,  Türk sol hareketleri ile BDP öncülüğündeki Kürtlerin ortak tavırları olarak gelişti.
Sırrı Sürreya Önder bu iki kesimin ortak temsilcisi olarak sürecin hem partizanıdır, hem de hükümet ve isyancılar arasındaki arabulucudur. Bu durum, Kürt halkının mücadelesini meşrulaştıracağı gibi, Türk solunun “demokratik, insani ve sosyal taleplerler” eksenindeki hak arayışlarına da meşruiyet kazındırabilir.
Türk sol hareketi bu olayları doğru okuyup, Kürtlerin ittifakını kazanırsa güç olabilir, hatta siyasal olarak kendini temsil edebilir.
Türk sol hareketi “devrim hayali” uykusundan artık uyanmalıdır. Klasik devrimler tarihi bittiği gibi, Ekim devrimi klasizmini romantizme dönüştürmenin hiç bir anlamı yok.  Devrim romantizminin romanlarda kaldığını artık kabullenip demokratik –siyasal sürece girmesi gerektiğini anlamaları gerekiyor.
İllegalizm, sabotaja dayalı silahlı eylemler  vb. bu süreçtaki toplumsal tepkileri tahrik edebilir, ancak örgütleyemez.
Türk solu slogancı, “devrimci” üslup yerine demokratik muhalefeti eseas alan, siyasallaşan örgütlemeyi hedef alırsa alternatif olma şansı vardır. Gerek uluslararası koşullar, gerek bölgesel koşullar Türk soluna yeni imkanlar sunmuştur.
Örneğin Eski Dev-yol’cuların ÖDP,  Kurtuluşçuların ise EMEP şeklinde örgütlenmesi siyasal bir tercih olsa da, klasik “devrimci” çizgiden daha başarılı bir sürece girdiklerinin önemle altını çizmek gerekir. Devrim yapma koşulu ve gücü yoksa o anın koşullarını doğru değerlendirmek en gerçekçi olan yaklaşımdır. Türk solunun romantik “devrim” hayali ile Kemalizmin kuyrukçuluğu sayesinde Akp bu bu kadar güçlü hale gelmiştir.
Tartışmaya hiç gerek bile yoktur: Akp, Türk solunun zaafları üzerinde yükselen geciri bir iktidarlaşmadır.
Türk sol hareketleri bu açıdan dar sınıf perspektifinden ziyade “insani, sosyal ve demokratik” talepler üzerinde  toplumsal muhalefeti örgütleyip, siyasal güce dönüştürmesi gerekiyor. Bunun için de “devrim” hayalini bir köşeye atıp siyasal erk olmayı hedeflemesi gerekiyor.
Bu düşünsel ve ideolojik realite Kürt ulusal özgürlük mücadelesinin desteğini her zaman alabilir. Ortak platformlarda buluşabilir,  faşist sisteme karşı ittifaka girebilir.
Türk solu bunu yapacak mı, ya da başaracak mı gelişmelerin sonucunda göreceğiz.
Kürt özgürlük mücadelesi karşısında Kamilizim kuryurkculuğunu yeğleyen Türk solu, bu karekterinden dolayı bir arpa boyu yol almaktan aciz  kalmıştır. Örgütlü ve disiplinli olan Kürt hareketini bu süreçte sokağa davet etmek yerine, sokakların ruhunu siyasal güce dönüştürülürse toplumsal muhalefetin bilinci ortaya çıkar.
Kürt hareketi Amed’de meydanlara yeterince çıkmıştır, sokakların ruhunu siyasal güce dönüştürmesini bilmiştir. Türk solu Kürtleri “sokağa  davet” etme yerine Kürt siyasal hareketini örnek alarak siyasallaşmanın yolunu yakalayabilir.
Taksim olayları Türk solu için hem tarihsel ve hem de güncel olarak bir sınavdır; tarihsel olarak yapılacak doğru bir özeleştiri ile doğru tercih bulunabilir; güncel olarak ise “insani, sosyal ve demokratik talepler “devrim” hayaliyle geri tepilmeyip sitem partilerine alternatif olan toplumsal muhalefetin siyasal kimilği geliştirilebilir.

3 Haziran 2013 Pazartesi

Taksim ve Kürtlerin Rolü

Taksim ve Kürtlerin Rolü

Taksim olaylarından önce Reyhanlı olayına gidelim.
Reyhanlı olayı, Suriye’ye müdahele etmek için yapılmış, diplomatik dilde “casus belli olarak tanımlanan, savaş gerekçesi amacını taşıyan bir olaydı. Reyhanlı eylemini kim yaptı sorusundan çok neden yapıldı sorusu daha manidardır.
Saddam’ın akibetine uğramamak için Suriye’ye askeri olarak girmekten sakınan Akp, islamcı çeteler ile insiyatif oluşturmaya çalıştı.
İslamcı çetelerle işleri yürütemeyeceğini anlayınca, Abd’yi Suriye’ye müdahaleye çalıştı. “Reyhanlı olayı” ile Abd’nin Suriye’ye müdahele etmesine ikna olacağına kendini hazırlayan Erdoğan, Obama ile görüşmesinde ciddi bir şokla karşılaştı.
Abd dış işlerinden Kerry ile Rus Dış işleri bakanı Lavrov “Suriye meselesi üzerinde prensipte anlaşmıştı”. Bu anlaşmaya göre Suriye’nin kaderi hakkında Abd kadar Rusya’da konuşma hakkına sahip olacaktı! Bu Türk dış politikasının yenilgisi anlamına geliyordu.
Rusya “doğal gaz” üzerinden, Abd Kürt petrolü üzerinde diplomasi yaptı. Ortak sonuç, Suriye’ye müdahelesiz çözüm bulunacaktı! Ya Esad’ın ciddi reformlarla iktidarını devam ettireceği bu olmasa bile Irak benzeri Kürt, Alevi ve Sunni örgütlülüğüne dayalı koalisyon, ya da federasyon iktidarlaşması olacağa benziyor. Önümüzdeki günlerde Cenevre’de gerçekleşecek Suriye konferansının ana gündemi, yeni Suriye iktidarının formları üzerine gelişecek tartışmalar olacaktır.
Obama-Erdoğan görüşmesinde “Suriye’ye askeri müdahele” kararı çıkmadı, tam tersine Erdoğan’ın Suriye’ye savaş merakı eleştiri konusu olmuştu.
Abd ve Avrupalıların övgüsüne nail olan Erdoğan bu kez eleştiriyle karşılaşmıştı; açık bir dille söylenmese de basının global diliyle  “savaş kırşkırtıcılığı” ima edilmişti.
Dış politikada “sultanlık” taslayan, iç politika da Mit-polis iktidarı kuran Erdoğan’a “dur” ihtarı, bu kez onu yaratan ve iktidara getiren güçlerden geldi. Batının “besleme çocuğu” olan Akp iktidarı sınırlarını aşmış olacak ki, bu kez hizaya getirme politikalarıyla karşılaştı.
Uluslararası politik ve istihbarat desteğine sahip Akp iktidarı ilk ihtarını “Obama-Erdoğan görüşmesinden” aldıysa da, şamarını ise taksim olaylarında yedi. Bu ihtar ve şamar, Akp’yi şimdilik yenilgiye götürmese de, gerilemesinin “start işareti” olarak görülebilir.
Taksim olaylarının başlaması zamanlama olarak bir tesaddüftür. Ama gelişmesi bilinçlidir.
Abd belki de ilk kez, hızla bu eylemlere karşı polis teskilatını eleştirdi, eylemleri açıktan destekledi. Ve diş islerinden bir yetkili “Akp’nin sola ihtiyacı var” diyerek, Akp’nin tek başına iktidar olma heveslerine ince bir ayar verdi.
Avrupa çıtayı daha da yükselterek olayları Tunus ve Mısır eylemlerine benzeterek “Türk Baharı” diye yansıtmaktan geri kalmadı.
Dalga dalga yayılan gösteriler uluslararası merkezlere taşındı, dünya gündemine aniden girdi.
Bazı arkadaşlar “bir Batı oyunu mu demek istiyorsun” diyebilirler. Olayın başlaması toplumsal muhalefetin duyarlılığıdır, ancak uluslararası güçlerin bu duyarlılık üzerinde insiyatif göstermeye çalışması, Akp’yi önümüzdeki dönemde sancılı günler beklediğini işaretidir. Abdullah Gül’ün “gerekli mesajlar alınmıştır” söylemi toplumsal muhalefetin duyarlılığı kadar, Batının rahatsızlığına karşı verilen bir cevapdır. Akp iktidarı eskisi gibi artık rahat olmayacaktır. İçte ve dışta mercek altına alınmıştır.
Taksim olaylarını dış politika mecrasında bu açıdan yorumlanabilir.
Taksim olaylarına karşı  Roma lejyon ordusunun kontrol dışına çıkmış lümpenler çetesi haline gelen Polis teşkilatının uygulamaları, Kürtlere karşı uygulanın polis vahşetinin deneyimleri sonucudur.
Kürtlerin “Bize uygulanan vahşete karşı sessizliğiniz, size vahşet olarak geri döndü” tespiti Türk demokrasi hareketi açısından önemle dikkate alınması gereken ciddi bir eleştiridir.
Ancak Kürtler, bu süreç içinde formel tarzlar olan ya “demokrasi hareketi” adına Akp faşizmine karşı muhalefet (Chp-Mhp) faşizminin yedeğine girmesi ne kadar yanlışsa; bu süreci uzaktan izleyerek “bana ne” demesi de o kadar yanlış olacaktır.
Kürtler bu eylemleri desteklemeli, moralen katkısını sağlamalı ama “bedel vereni” olmamalıdır. Özellikle Polisin vahşi karekteri Taksim olayları ile değil, Kürdistan’daki uyguladıkları kirli politikalarla teşhir edilip Akp şahsında Türk faşist sisteminin teşhiri esas alınmalı. Teşhir edilen Türk faşist sistemi kadar Kürtlerin ulusal ve insani mücadelesinin meşruiyeti uluslararası cephede ve bölgesel  düzeyde propagada edilmesi gerekiyor.
Bazıları Kürtleri “Donkişot” olmaya sürüklemek isteyebilir, bazıları ise “bana ne” diyebilir.
Ancak politika ne akılsız cesaret işidir, ne da etrafında gelişen olaylara duyarsız kalma işidir.
Bu dalgada Mhp, Chp ve İşçi partili gibi faşis ırkçılar var diye Kürtler kendini bu gelişmenin dışında tutmamalı. Amaç tabi ki, Akp ya da Chp’den birini seçmek değildir. Kürtler için ikisi de ırkçı örgütlemedir. Biri sol/laiklik adına ırkçılık yaptı, diğeri islamcılık adına... Kürtlerin amacı Türk faşist sistemini teşhir etmek olmalı. Bu rol doğru oynanırsa Kuzey parçasında “Ana muhalefet” olma gücü elde edilebilir.
Bu eylemleri geleceğini Akp iktidarına bağlamış Kürt zenginleri “barışa karşı gelişen tertipler” olarak yorumlayabilir. Chp’ye karşı Akp adres gösterilebilir. Akp’nin zayıflaması Chp’nin güçlenmesi olarak görülmesi ciddi bir yanlıştır. Akp’nin zayıflaması, Türk sisteminin Kürtler karşısındaki zayıflaması anlamına gelecektir. Her halükarda zayıflayan Türk faşist sistemi, daha güçlenen Kürt ulusal hareketi olacaktır.
Bu süreci “ne Donkişot vari bedel vereni” olunmalı ve ne de “hepsi faşisttir” türünden düz bir mantıkla Kürt hareketi gelişmelerin dışında kendini tutmalıdır. Türk sisteminde açılan her gedik, Kürt özgürlük mücadelesinde kazanılan birer değerdir. Taksim olaylarına yaklaşımda “sistemde açılan gedikte gücünü inşa etme” politik amacımız olmalıdır.
Taksime ilişkin politik durusumuz bu iken, ilkesel olarak  Kürtler, Taksim olayına ilgili olmalı ama enerjisini Güneybatı Kürdistan’a harcamalı.
Taksim, Kürt özgürlük mücadelesine olumlu ya da olumsuz bir gelişme sunabilir, ama Rojeva kader tayin edici düzeydedir.
Gözümüz Taksim’de ama enerjimiz Afrin’de olsun!
 03/06/2013


20 Mayıs 2013 Pazartesi

Alevi Özgünlüğü ve Sol Gericilik

Alevi Özgünlüğü ve Sol Gericilik

Alevilik bir din ve mezhep olmanın ötesinde tarihsel ve sosyal birikimlerin ortak kimliğidir.
Dinlerin, inançların kast sistemi kendini  “kullaşma”da, eğitim sistemini“ezbercilikte”, hukuk anlayışını ise “ilahi yasa”larda bulur. Yönetim, eğitim ve  yasa dinlerin teolojik ruhudur; var olmalarının vazgeçilmez dayanağıdır. Alevilik tüm bunların reddidir.
Aleviliğin kökenlerinde “mazda” inancı ve daha sonra İslama ait etkiler bulunsa da, bu ikisini de aşan; toprağına bağlı, özgürlükçü, hümanist ve hoşgörülü olması doloyısıyla toplumsal demokrasinin vazgeçilmez kimliğidir. Özgünlüğü buradan gelir.
Alevilik bir demokrasi hareketi, insani bir kültürdür. Din ve mezhep öğlerine sığdırmak, kanımca en büyük yanlış olacaktır.
Kürtlerin uluslaşma bilinci ne kadar önemli bir olgu ise, bu ulusal kimliğin demokratikleşmesinde en başat rolün Alevi hareketine düştüğünü sanırım kimse reddetmez.
Uluslaşma ve demokratikleşme; Kürdistan’ın özgürlüğü ile Aleviliğin Kürt demokratizmine öncülüğü ile gerçekleşebilir.
Aleviliğin tarihteki yeri bu olmuştur, günümüzdeki rolü de bu şekilde olacaktır!
Son dönümlerdeki Kürt hareketinin “müslüman kardeşlik” üslubu Alevilerde bir kaygı yaratmıştır. İdris-i Bitlis-i ile ittifak sürecine benzetilip, Alevi-Kızılbaş katliamına yorumlanmasına açık kapı bırakması açısından, eleştiri konusu olmaktadır. Oysa ki “müslüman kardesliği” yerine Kürt ulusal hareketinde bir karekter olan “halkların kardeşliği” argümanı kullanılmış olsaydı, belki bu tartışmalar gerçekleşmeyebilirdi. Israrla “müslüman kardeşliği” ekseninde “ortak etnisite, ortak bayrak” lafzlarıyla Kürtleri Türklere yamama eğilim “sunni ittifak” olarak anlaşılacağı tahmin edilmeliydi.Israrla Akp’nin kulağına hoş gelen “müslüman kardeşliği”yle  çözüm arayışının tepkilere yol açacağı ögörülmeliydi. Akp’nin islami kimliğine “diplomatik bir jest” olarak dillendirilse de, gündeme geliş biçimi ve ele alınışı bu tepki ve tartışmalara neden olmuştur. Bunun dışında bazı BDP’lilerin Fethullahçıları aratmayan üslupları daha da tetikleyici olmuştur. Bu tür üsluplar, bazıları tarafından “politik” görülse de, sürece hizmet etmediği ortadadır.
 Kürt hareketi bir çok konuda eleştiriye tabi tutulabilir, ancak Kürt haraketenin laik karekterinden şüphe duymak bizi yanlışa götürür kanaatindeyim.
Çünkü Kürt ulasal mücadelesinde Aleviliğin yeri her zaman belirleyici olmuştur. Türk sömürgeciliğinin iki dayanağı olan ağalık ve şeyhlik nerdeyse etkisizleştirilmiş düzeydedir. Bunun yerine Kürdistan’da sunni, Alevi, Yezidi, Asuri, Keldani inanç ve grupları ortak bir fotoğrafta yer almışlardır. Bu toplumsal fotoğraf görmezden gelinerek, son dönemlerdeki kimi üslüp ve ele alışlardan hareketle Aleviliği Kürt ulusal hareketinden uzaklaştırma bizi daha farklı bir yanlışa götürür.
Kürtler üzerinde oynanan iki oyundan biri sunni-islamcılık ile dindar Kürtleri kontrol etme, diğeri ise “laiklik” öğesi ile Aleviliği etkisine alma olmuştur. “Mezhep ayrılıkları” ile Kürtlerin uluslaşmaları engellenmek istenmiştir.
Bazı Alevilerin haklı eleştiri ve kaygıları yerinde olmakla birlikte, bazı art niyetli kesimler ise  bu tartışmaları çarpıtarak Aleviliği Kürt kimliğinin önüne koymakta, ve buna tepki olarak da Chp’nin yolunu göstermekteler. Akp’nin Alevi karşıtı eğilimlerini, son “çözüm” tartışmalarıyla birlikte, özellikle  Öcalan’ın ”müslümün kardeşlik” vurgusuyla pişirerek Aleviler bir “sol gericiliğe” sürükleniyor!
“Sol gericilik” diyoruz, çünkü Akp içinde kandırılarak, ya da çıkarları için yer alanlar nasıl “sağ gericiliğin” temsilcileri ise, Aleviliği Chp’ye çıkar ve kariyerleri uğruna sürükleyenlerde “sol gericiliği” temsil etmekteler.
Sunni Kürtlerin Akp yi desteklemeleri sunni gericiliğin bir sonucuysa, CHP içinde çörüklenen Alevilikte bir sol gericilik olarak görülmelidir.
Çünkü özgür olmayan topraklarda inançlar özgür olamaz. Alevilik bir özgünlüktür. Dersim bir direniş tarihi olarak özgünlüktür.  Kültürel ve insani kimliği olarak özgündür. Bu özgünlükler Kürt ulusal karekterinin dışında değil, bilakis içinde yer aldığı sürece özgündür. Çünkü Kürt uluslaşmasının demokratik karekter kazanmasının en önemli faktörüdür Alevilik.
Alevi özgünlüğünü,  Ulusal mücadelesinin karşıtı olarak göstermek ve hatta onun dışında bir eğilim olarak tanımlayanlar, tarihsel bir çarpıtma içindeler.
Bunun başında H.Aygün “Aleviler ne Kürttür ne Türktür” diyerek, siyasal olarak solun gericiliğine oynamak istiyor. Alevi kimliğini tarihsel ve sosyal birikiminden ziyade “dar mezhepçilğe” sığdırımak istiyor. Oysaki Alevilik, “demokratizmin öncü gücü” olma babında tarihsel bir rolü varken, bunu salt mezhepçiliğe sığdırıp daraltmasıyla bu gücü hem demoralize, dolayısıyla hem de hakaret ettiğinin farkında değildir.
Sunni Kürtlerdeki Akp içindeki şeyhler, dinci zenginler ne kadar gerici ve  softa ise, Kürt alevileri Chp ile buluşturan Aygün gibileri de bir o kadar iki yüzlü ve softadırlar.
“Müslümün kardeşliği” tezi eleştirilmelidir, ama buna karşılık Chp gibi ırkçı, Alevilerle “laisizm” adına oynayan gerici bir partinin yolunu göstermekte apayrı bir gericiliktir.
PKK-BDP çizgisi benimsenmeyebilir, bu siyasal bir haktır. Ancak Kürt ulusal kimliği dışında Aleviliği “dar mezhepçilik” olarak tanımlayıp, sömürgeciliğin “laik” ayağıyla da buluşturmak bir özgünlük değildir.
H. Aygün Alevi mezhepçiliği yaparak siyasal rant peşinde olduğu anlaşılıyor. “Diyarbakır 6 Akp’li çıkardı” diyerek Dersim’in 2 Chp’li çıkarmasına siyasal gerekçe buluyor!
Siyasetin demagojik ve ahlaktan yoksun tanımı bu olsa gerek!
Diyarbakır’da 6 Akp’liyi çıkaran sunni gerciliğe karşı Dersim’de 2 Chp’liyi çıkaran sol-Alevi gericiliğini savunmaya çalışıyor. Oyasaki Chp ve Akp’nin Kürt ve Alevi düşmanlığı konusunda aynı kulvarda ilerlediğini ya görmek istemiyor, ya da çıkarları için çarpıtıyor.
H. Aygün Chp’de aşağılanırken bir alevi olduğu için değil, bir Kürt kökenli olduğu içindi. Aleviliği Kürtlükten soyutlayıp Türk laikliğiyle yamayarak, kendini kabul ettirmeye çalışıyor anlaşılan.
Tarih bu; bir yandan Seyid Rıza’nın torunları Kürdi-Alevi direnişi içinde iken, bir yandan Diyap ağaların şaklabanlığı...  Biri özgünlüğünü ulusal özgürlüğünde ararken, diğeri ise ulusunu inkar ederek “özgünlüğünü” katilinde bulmaya çalışıyor.
Kürtleri “müslüman kardeşliği” ile  Türlüğe yamayan politikalar kadar “özgünlük” adına Kürt Alevilerini Chp ile buluşturan eğilimlerin ikisi de yanlıştır.
alikizild@hotmail.com





TÜRK USULÜ ÇÖZÜM : SÜİKAST !

TÜRK USULÜ ÇÖZÜM :  SÜİKAST !

Duygularımızı bir köşeye bırakıp düşünmek zorundayız. Bu cinayetin kim veya kimlerin yaptığından çok siyasal mesajını anlamaya çalışmamız lazım.
Fransızlar belki bir iki katil bulurlar. Bunlar Çeçen, boşnak, Türk, Ermeni ya da Kürtte olabilir. Ama işin aslını, Fransızlar kendilerine saklıyacaklardır. Bu dosyayı yeri geldiğinde Türklere, yeri geldiğinde Kürtlere bir şantaj aracı olarak kullanacaklar.
Onun için katiller,  hesaplanan stratejinin bir gölgesidirler. Gölgeyi bulmak, Fransızlara kalsın. Ama Gölgenin arkasındaki güçleri ve planları ise Kürtler aramalıdır.
...
Paris cinayeti, Kürtleri Akp’nin “çözüm sürecine” ikna etmeye zorlama, ya da süreç karşısında tercihsiz bırakma operasyonudur diyerek başlamak istiyorum.
Nasıl mı?
Öncelikli uzun bir tecridin ardından, bu kez AKP İmralı’nın kapısına dayanarak,  çıkış yolunu orda buldu. Bölge sallanıyor, her türlü alt üst oluş gerçekleşebilir. Siyasi sınırlar kadar coğrafik sınırlar da değişebilir. Bu alt-üst oluş, Kürtlere Ortadoğu’da rol biçiyor.
Nasıl bir rol? Devletleşme ya da siyasal iktidarlaşma yolu diyelim buna.
Kürt ve Kürdistan tarihinde Kürtler 1920’lerden sonra bağımsızlığa, bağımsızlık olmasa bile  federatif  bir yapıya en yakın oldukları süreç, bu süreçtir. Belki milli burjuvaları daha yoktur, devlet yönetme gelenekleri yoktur, demokrasi düzenleri yoktur, ama tüm bunlara rağmen özgür olma arayışları  itibariyle bölgenin “taze kanı” durumundalar. Kürtlerin var olma ve tanınma istemi, uluslararası ve bölgesel güçlerin hesaplarında, Kürtlere bir bir rol biçmesine yol açmıştır.
Daha açık bir dille bu durum, Kürtleri bölgede taktik güç  haline getirmistir.
Bazı Kürtlerin Akp’yi tahlil etmede ciddi bir yanılgıları olduğunu düşünüyorum. Kürt sorunu konusunuda cumhuriyet tarihinden bu yana en rasyonalist ve realist politikaları Akp uyguluyor. Çünkü Kürtlerin gücünü zaafa dönüştürmeyi çok iyi biliyorlar. Kürt sorununa en kapsamlı, uzun sürece yaydırılmış stratejik planlardan, güncel adımlara kadar organize olan, bu konuda yetenekli kadroları ve geniş istihbarat ağı olan bir güçtür Akp.
Adamların Ortadoğu’yu tahlil etme yetenekleri kadar, Kürt sorununun varacağı tehlike ve sınırları çok iyi bildikleri, ya da analiz ettikleri içindir ki, “çözüm”lerinin zamanlamasını mükemmel yaptılar.
Akp, ortadoğunun dengelerinin değişmesi sonucunda, uluslararası ve bölgesel koşulların bağımsız bir Kürdistan’a yol açabildiklerini varsaydıkları için, uzun bir zamandır inziva altındaki görüşmelerle, politikalarını, projelerini hazırladır. Abd’nin de bu projede yer aldığı ve hatta Akp’yi bu süreçte çözüme ikna ettiği düşünülebilir. “Bu süreçte Kürt sorununu çözmezsen, yarın bir Kürd devleti ile karşılaşabilirsin” denmiş olması mümkündür.
Fethullah Gülen’in “el de etek de öpülür” demesinden Gül’e kadar, liberalinden CHP’sine kadar herkes bu çözüme ikna olmuş olması bir stratejiye işaret ediyor. Bir MHP kalmış, MHP siyaset varlığı ve doğası gereği karşı çıkacaktır.
Baş danışman Yalçındoğan ne demişti, “Kck operasyonları Kürt baharını engellemek içindi”; bugün ise ne diyor,”İimrali ile başlatılan süreç bu operasyonların devamıdır” diyor.
Peki varsayılan bu proje neye dayanıyor ? Öcalan’ın ulus-devlet tanımlaması dışında çözüm arayışları önceden  vardı. Yani devletin sınırlarının bölünmezliği konusunda güvence veriyordu. Ancak devlete bu yetmedi, sınırların yönetiminde de birlik istiyordu. Kültürel özerklik bile olmayan “demokratik özerklik” tanımını bile kabul etmedi. Ortak devletin ayrı yönetimleri bölünmeye yol açar endişesiyle, “özerklik” de gündemden çıkarıldı.
Ve uzlaşılan nokta, Türk ve Kürt adının geçmediği ama her halükarda Türklüğün egemen olacağı, Kürtlüğün ise anayasal bağlayıcılığı olmadan sosyal alanda kimi özgürlüklerle tanınacağı varsayılıyor.
Buna karşılık, silahlar isteniyor. Akp’nin barış çözümü bunlardan ibaret!
Kandil – Öcalan çelişkisi yaratma!
Akp, İmralı görüşmelerini kullanarak,  şii ittifakına girmiş ve Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolünü alt-üst etmiş Kandili ikna etmenin ötesinde pes ettirmeye çalışıyor.
Daha ilk günden, Kandili Öcalan ile çatıştırmaya çalıştılar.  Kandilin Öcalan’a uyacağı temennisinden ziyade, çatıştırarak güçten düşürmeyi hedeflemeleri ilginçti.
PKK’yi biraz tanıyanlar,  PKK’nin bir Önderlik hareketi olduğu, dolayısıyla Öcalan’ı aşan bir eğilimin olmayacağını gayet iyi bilirler. Devletin ya da Akp’nin bunu bilmemesi mümkün mü?
O zaman niyet nedir, Kandi-Öcalan çelişkisi varmış havası yaratarak, hem vuruşturmak, bu karışıklıktan yararlanarak sonuçlarda daha fazla söz sahibi olmak.
Öcalan’a rağmen farklı düşünceler olsa bile, sonuçta Öcalan’ın son söz sahibi olduğu, ya da olacağını bilmek hiç de zor değil.
Ancak başta Yalçındoğan gibilerinin bu olmayan çelişkiyi pisayaya sürüp pişirmeleri, niyetlerinin “çözüm”den ziyade Kandilin strtatejik duruşu ile ellerindeki silahlar olduğu anlaşılıyor.
Neden Paris katliamı ve Sakine Cansız...
Paris cinayetini duymadan “Kandil kendine dikkat etmeli” diye bir yazıya hazırlanırken, Paris’te Sakinelerin katliamını duydum. Olası bir suikast ya da provokasyon ihtimali bekleniyordu.  Ama Avrupa’da gelişmesi ve Sakine Cansız’ın seçilmesi şok edici olmuştur.
Paris’teki canice gelişen bu katliamdan sonra Başbakan, hükümet sözcüsü H.Çelik, Türk medyası ve PKK muhalifleri hep bir ağızdan “iç hesaplaşma” dediler. Daha başından bu teze sarılmaları ve Akp’nin Imralı görüşmeleri ile “çözümü” ısrarla canlı tutmaları insanı değişik kuşkulara götürüyor.
Başbakan Erdoğan, Sakine Cansız’ın ölümünü “eski nişanlısı Mehmet Şener’de örgüt tarafından ifaz edildi” açıklaması, önceden hazırlanmış bir planın bayatlamış konuşması gibiydi.
Sakine bir kadındı, PKK kurucularındandı. Sakine Cansız’ı hedefe koymak hem Kürtler’de derin bir acıya yol acacak, hemde Mehmet Şener dolayısıyla rahatlıkla “iç hesaplaşma” tartışması geliştirilebilecekti. Bazı Kürt soysuzlar da, üstüne basa basa  “biz de tehdit ediliyoruz, örgüt içi infaz” ile kamuoyu ikna edilecekti.
Sakine Cansız’ın PKK kuruluşunda yer alması ise, Kandil yönetimine mesajdır. PKK’yi  kuranları asla affetemeyeceğiz ve onlarla aynı masaya oturmayacağız, mesajıdır. Bu cinayetin Kandil yönetimi Avusturalya’ya tezinden bağımsız olması mümkün mü ? Bu Öcalan’ın “devletsiz, siyasal iktidarsız” çözümüne rağmen,  devlet Öcalan’la aynı masaya oturacak mı sorusunu  hafızalarda hep tutacaktır.
Tam da Paris katliamının sıcaklığında Öcalan’a televizyon hediye edildi. Al sana ödül! Dünyanın en büyük işkencesi, başkasına yapılan işkenceyi bir başkasına seyrettirmektir. Verilen televizyonla, “al seyret, bak senin kızlarını nasıl katlettiğimizi gör” demekten başka anlamı var mı?
Her kuşku doğru olmayabilir, ama her kuşku doğruyu bulmaya yardımcı olabilir. Bizimkisi de bir kuşku!
Türk tarafı “iç infaz” diyor, Kürt siyasetçileri ise “Türk gladyosu” diyerek, “bu eylem barışa karşı yapılmıştır” tanımına varıyor.
Bana göre iki tezde yanlış. “iç infaz” tartışması hedef şaşırtma ve gündemi saptırmaya dönüktür.
Bu işi Türk gizli servisi yaptı ya da yaptırdı. Bu çok açık. Ama gizli servise  kim yaptırdı, ya da hangi stratejik politikalar buna yol açtı, bunu tartışmak gerekiyor. Onun için “Akp çözüm”ü üzerinde durmamız, kuşkumuzun asıl kaynağı.
Kürt tarafı ise  “Gladyo yaptı” soyutlaması ile  fişeği hedifine değil de havaya sıkmışa benziyor. “Gladyo” derken  Ergenekon, MHP ve ordu içindeki karanlık güçler anlaşılıyor. Ve bu güçlerin alelacele böylesi bir eylemi kısa bir süre içinde gerçekleştirme imkanları yoktur. Sakine Cansız’ın hedeflenmesi uzun süreden beri hesaplanmışa benziyor.
KCK’nın “Gladyo” demesi Akp’yi çok fazla rahatsız edeceğini sanmıyorum, zira Akp Ergenekon’a mücadelesi dolayısıyla  kendini bu “Gladyonun” dışında tutacaktır.
İkincisi, “bu Süikast barışa karşı yapıldı” saptaması anlaşılır değildir. Daha bir çözüm yok, hele Kürtlerin masaya koyduğu bir çözüm hiç yoktur. Sadece Akp’nin “çözümü” gündemde dolaşıyor. Bunun için ortada bir çözüm yok ki, birileri bunu sabote etsin!
Tüm yazar çizerlerin, failleri daha bilmiyoruz söylemleri ise “failin herkes tarafından bilindiği ama kimsenin bilmek istemdiği” bir cinayeti anlatıyor bize. Bazı Kürt yazarların Türk aydınlarını taklit ederek, “daha faillerini bilmiyoruz, beklemek gerekir” söylemlerini ise, olası bir çözüme bir yatırım mı acaba?
AKP’nin çözümlerini iyi okumak lazım. Kürtler ateşkes ilan etti, seçimlerde Akp’ye fırsat tanıdılar, AKP 6 Kürt milletvekilini zindan da tuttu.
Kürtler çözüm, barış dedi. KCK ile onbinler zindana konuldu.
Oslo görüşmelerini yaptılar, görüşmeleri yaparken “Sri lanka” planını hazırladılar.
Bugün de İmralı’yla çözüm görüşmeleri başlattılar, Paris’te üç Kürt kadını vahşice katlettiler.
Bundan hareketle Paris katliamından sonra, Türk medya’sının “çözümü” tartışmaya açması tesaddüf değildir. Hatta AKP’ li bir bakan “savaş yanlıları bu kadar acele ediyorlar, biz onlardan daha acele etmeliyiz” diyerek kendilerini barış havarileri olarak yansıtması şaşılacak bir durumdur.
Sakine’lerin katliamı Kürt hareketini töhmet altında bırakarak etkisizleştirmek, kararsızlara AKP’nin imanını aşılamak, Kürt direnişçilerine ise korku salmak temelinde “çözüm” stratejisinin taktik bir ayağı olduğu düşüncesi baskın geliyor.
Hemen herkesin mutabık olduğu Paris katliamı uzun zamandan beri planlanmıştır düşüncesi eğer doğruysa,  bunu “çözüm” stratejisinden ayrı tutmak mümkün olmayacaktır.
Çünkü bu güne kadar hep Kürt hareketi “çözüm” dedi, her çözüm demesi bir katliamla, kalleşlikle karşılığını buldu.
Bu gün Kürt hareketinin aksine Akp “çözüm” diyor. Ve çözümlerinde gayet ciddiler, ısrarlılar!
Hiçbir onurlu, vijdan sahibi insan barışa, çözüme karşı çıkmaz. Ama bu gün birileri çıkmış hem çözüm diyor, hem de kardeşini katlediyor. Katlederken de, seni kardeş katili ilan ediyor!







Yeni Papa Francis’in Ayak öpmesi ve bir hikaye !


Yeni Papa Francis’in Ayak öpmesi ve bir hikaye !
Arjantinli yeni papa Francis, bir ıslah evinde 14 ila 21 yasları arasındaki tutukluların ayaklarını yıkayarak, İsa’dan kalma “hizmetkar” ünvanı ile gündeme damgasını vurmuştu.
Bilindiği gibi ayak yıkama, Hırıstiyanlık alemende bir hizmet bedeli olarak görülür. İnanisa göre İsa peygamber, 12 havarının ayaklarını yıkayarak “ hizmetkar”  ünvanını almıştı.
Bu konuyla ilgili ilginç bir örnek anlatacağım size.
Günün birinde bir kilise papazına bir kadın gelir. Bu kadın oldukça tanıdık biri. Tanıdık olmasının nedeni her kapıya konuk olmuş olması, yani hayat kadını! Hayatını kadınlığıyla geçindiren, giderek daha pis işlere bulaşan hırsızlık, çocuk kaçırma, cinayetlere ortak olma vb. adına ne kötülükler varsa, hepsine ortak olur..Adı kadar ruhu da kirlenir, bedeni ruhunu taşımaktan aciz olur.
Tanrı hikmeti olsa gerek! Maria kadın tövbe etmeye karar verir. Bunun için şehrin kilisesinin papazı olan Papaz Gregori’ye gider. Gregori, kutsal bir papaz, iyilik meleği kadar sevilir. Ruhsal dünya dışında hiç bir maddiyatı olmayan,  Tanrı ve İsa sevgisi dışında dünyavi sevgiye bulışmayan, ruhu melekler kadar hafif, cismi peygamberler kadar temiz bir papazdır. Halkın gözünde sevilen, sayılan ilahi bir sahsiyettir.
Kadın Maria kilisenin yolunu tutar, tövbe edecektir! Papaz Gregorie çalınan kilisenin kapısını açtığında karşısında ünlü Maria kadın’ı  bulur, şaşırır. Şaşırmasının nedeni, Maria’nın yolunu karıştırıp, kiliseye gelmiş olmasıdır. “Buyrun kızım, bir yeri mi sorcaktın”  demesi  üzerine, Maria Kadın, “hayır kutsal baba, size geldim”der.
Papaz daha da şaşırır. Şaşkınlık edası içende,” öyleyse buyur”  diye kapıyı açar, Maria Kadın’ın derdinin ne olduğunu anlamaya çalısır.
Maria kadın içeri girer girmez, “kutsal baba ben çok kirlendim, ruhum ağırlasıyor, bedenim artık ruhumu tasıyamıyor, öyle kötüyüm ki ölmek istiyorum, ama ölümümü gercekleştirecek ruhu bile kendimde bulamıyorum” diyerek ağlar, yalvarır.
Papaz  Gregorie, kötü kadın Maria’ ya inanmak istemez, onun affedileceğine, ya da günahını çıkartılabileceği kararı inandırıcı gelmez. Kadını başından salmak için, “kızım sen çok kirlisin, senin ruhunu temizlemek, ya da seni günahlarından arındırmak benim yapabileceğim bir sey değildir” der.
Kadın Maria “peki ne yapmalıyım” der.
Papaz Gregorie, Maria kadını başından salmak için,  “kızım karşıdaki dağları, tepeleri aç-sussuz, katıksız-ayakkabısız, kurda kuşa yem olmadan, zorluk karşısında pes etmeden, açlık karşısında Tanrı’ya  isyan etmeden, acıyan bedeninin sızılarıyla ancak günahlarını affettirebilirsin”  diyerek dağların yolunu gösterir.
Kadın Maria bir dağlara ve bir de kendine bakar, “ama”, der, Papaz “sus” diyerek “tek kurtuluşun dağları aşmak” dercesine parmağıyla  dağların yolunu gösterir.
Kadın Maria çıplak ayaklarıyla, katıksız vurur yollara! Tutar dağ yolunu, aşar kayalıkları; ayakları parçalanır, kanlanır, acıdan gözleri yaşarır; bir süre sonra soğuktan donmak üzere iken kendini atar koyaklara... ama durmadan yürümek gerektiğini bildiğinden tekrar yola koyulur. Soğukta, buzda düşe kalka sisli, karlı ve bir o kadar da korkulu dağlarda yürür; kurtların uluması eşliğinde, vahşi hayvanların yırtıcı bağırtısı arasında korku, açlık, sızı ; kan-ter içinde dağları aşma kudretini gösterir.
Günler sonra, kiliseye geldiğinde heyecanlı ve gururlar papaza seslenerek “kutsal baba başardım, bedenimi ruhumun kirlerinden kurtardım, simdi beni affedebilecekmisin, günahlarımı çıkarabilecek misin”  diye bağırır, umut ve sevinçle.
Papaz, ölüme gönderdiği, Kadın Maria’yı görünce daha bir şok olur. Kadın Maria’nın gözleri umut ve sevinç içinde ama bedeni açlık, kayaların keskin kılıç gibi yaran elleri, dizleri ve ayaklarını görünce...
“Gel kızım, gel, sen kutsal bir kadınsın.. Sen yanıma gelirken bedenin kirlenmiş ruhunu taşıyamıyordu simdi ise yaralı bedenin temiz ruhunu taşıyamıyor, sen kutsal ve kudretli bir kadınsın,” diyerek geçtiği sınavın müjdesini veriyordu.
Papaz Gregori  “Gel de o parçalanmış ayaklarını yıkayayıp,  kutsal ayaklarını öperek senin hizmetkarın olayım”  diyerek, kadının ayaklarını yıkamaya ve öpmeye başladığı an, içinden kadın Maria’ya karşı cinsellik hissi geçer.
Kadın Maria’nın kutsallığı karşısında cinsellik hissini yaşayan büyük Papaz Gregori’nin ruhu kirlenir, cehhenemlik olur;  kadın Maria ise kutsal ruhu ile cennetlik olur.
Kadın Maria’nın ayaklarını iyi niyetiyle öpmek isteyen Papa Gregori’nin cehenneme gidişi; umarım yeni Papa olan Arjantin’li papaz Francis’e  bir şeyler hatırlatıyordur.
Rahibelerin lezbiyenleştiği; papazlığın escinselliğe; cinsel doyumsuzluğun pedofil eğilimlere yol açtığı kiliseler tarihi, Papalık iktidarının sadece bir bölümüdür.
Tarihin en “eski mesleği” olan fahişeliğin mekanı, Roma kiliseleridir. Bu apayrı bir toplumsal tarihi anlatır.
İnsanların ruhunu bastırıp, güdüleriyle oynayan her sistem el de öpse, ayak ta öpse “hizmetkar” oluduğunu da söylese, sonuçta ortaya çıkardığı kocaman bir ahlaksızlık ve namusuzluk tarihidir.
Arjantin’li Papa Francis, kiliselerdeki pedofil eğilimlerinin özeleştirisini yapacağına “ayak öperek”  kiliseler içinde yaşanan ayıpları “masumane” hizmetkar gösterişlerle kapatması, Papaz Gregori’nin  fahişe Maria’nın ayaklarını öptüğü an, cinsel haz alıp cehhenemlik olmasından öte bir şey değildir.

HALEPÇE ÇOCUKLARI


HALEPÇE ÇOCUKLARI

Tarihimiz kadar hikayelerimiz de trajiktir, Halepçe gibi dertlidir.
İnsanlığın unuttuğu yerde yeşermeye çalışan, her yeşerdiğinde elma kokulu bombalarla tanışan Halepçeli çocuklar gibi tarihin yetimidir.
Hayata doymamış Kürt çocukları ve bebeleri bir kırmızı elmanın hasretiyle büyürken; elma kokulu bombalarla, hayata küstürüldüler.
Herkes suskundu!
Çünkü, suçluydular!
Halepçe bir Saddam eseriydi, Saddam ise şer-i alemin ittifakıydı.
Kürt çocuklarına bir elma vermeyi çok görmüştüler, ama hayatlarının sonunu getirecek elma kokulu Napalm bombalarını, cellatlarına satmıştılardı...
Kürtlerin çığlığı ile insanlığın suskunluğu aynı kulvarda yürüyordu sanki. Çığlık ile sessizliğin ikiz bir kardeş olması gibi..  Suçlular sesizlik içinde, yüzlerini Halepçeye dönerken, Halepçe kan ağlıyordu.
Sonra, can vermiş ölülerimizin fotoğraflarını çekiyorlardı... Çektikleri her fotoğraf  karesi ile ödüller alıyorlardı!
Kürdün hayatı elma kokulu Napalmla karartılırken; ölüm fotoğrafları sergi konusu oluyordu, müze müze dolaşıyordu... “insanlığa dersler” diye tanıtılıyordu...
Ey insanlık! Hayatı bize zindan ederken, cesetlerimize ödüller dağıtıyorsunuz, diye hayıflanıyordu Halepçeli çocuklar...
Tarih tersine yazılmalıydı, zaman ise aksine akmalıydı; tanrılar konuşmalı, ölüler şahit olmalıydı Halepçe için, Halepçe’de elma kokulu insan gazabına...
Susanların ve çığlık atanların öyküsünü anlatıyordu bize, Halepçe çocukları...
Adem de bir elma uğruna lanetlenmişti bu topraklarda, nefsine yenik düştüğü için.
Kürt çocukları değil nefsine yenik düşmek, kırmızı bir elmayı özgürce ve tadında yemeye hasret kalmışken, elma kokusuyla yitirildiler...
Halepçe’ye akan bomba yağmuruyla oluşan sis bulutları, Halepçeyi gözlerden silmeye yetmişti. İnsanlığın ilk adımını attığı bu topraklar, cehhenem azabına dönüştürülmüştü Kürtler için.
Tanrının cennet diye yarattığı bu kutsal topraklar, kutsal çocuklarıyla birlikte, ölümü soluyarak, tarihe veda ediyorlardı.
Tarihin suskunluğu ve vahşiliği karşısında Kürt çocukları ölümün farkında olmadan, ölüme koşarken bile  “Dayé Dayé bihna sévé té” diyerek ölüme gittiler... Anaların çığlıkları arasında,  oyun oynar gibi ölüme koştular... Her şeyden habersiz çocuk masumiyetleriyle mahşer-i ölümü kucakladılar...
Ölüm uykusunda bile gözlerini açan bir Halepçe çocuğu, “anne bak resmimizi duvarlara asmışlar” diye sevinirken, analar soluksuz ve sessizdi!...
Ölen Kürt çocuklarının fotoğraflarına ödüller dağıtanlar, bu gün hala “jenosit” diyemeyecek kadar aciz ve utangaçlar.






Kadir Amaç’la Sürgünde Söyleşi

Kadir Amaç’la Sürgünde Söyleşi
“Ümmetin yetimi Kürtler”

A.K : Sevgili Kadir Amaç,  bitmez tükenmez bir enerji ile her yere düşünce üretiyorsunuz; yazılarınızla, münazara ve polimiklere giriyorsunuz; islam yorumunuzu filozofi ile açıklıyorsunuz; islam fıkıhına sosyolojik izahatlar getiriyorsunuz; kasacası Kürtlerin Ali Şeriatisi olma yolunda ilerliyorsunuz. İslam dinini, filozifi ve sosyolojik kuramla yorumlayan bir Kürt düşünürü olarak kimsiniz, önce size kısaca tanıyabiliryiz. Kimdir Kadir amaç, nerden geliyor?
K.A : Sekiz kişilik bir ailenin beşinci çocuğu olarak Bingöl’de doğdum, Bingöl’de büyüdüm, özel bir takım şartlardan dolayı, eğitim ve öğretim hayatımı yarıda bırakmak zorunda kaldım. Çok uzun bir süre Türkiye ve Kürdistan’ın şehirlerinde emek işçiliği yaptım ve son olarak bu emek işçiliğimi Belçika’da sürdürmekteyim.
A.K : Peki islamı özgürlükçü yorumlayan bu birikiminiz nerden geliyor, etüdlerinizin kökeni nereye dayanıyor ?
K.A : Aslında ilk başlarda İslam’ın dünya görüşüyle tanışma faslım, Kuran’ın, kendi özgün yorumuyla olmamıştır.  İslam’ın bu özgün dünya görüşünü  kendi siyasi asabiyelerine ve umranlarına uyarlayan  ya da tahvil eden   Pakistan’lı Mevdudi’nin, Mısır’lı Hasan El- Benna’nın, Lübnan’lı Hüseyin Fadlallah’ın ve İran’lı Mutahhari’nin  problemli olan bu siyasal İslami yorumlarıyla  İslami dünya görüşümü vücuda getirecektim. Tabi ki bu İslam biçimi hayatımda inanılmaz problemler meydana getirecekti...  
A. K : Nasıl yani... Kitaplarını okuduğunuz, bu şahsiyetlerin eserleri hayatınızda ne tür  problem meydana getiriyordu ?
 K.A : Gerek  bahs konusu ettiğim şahsiyetler, gerekse de bunlara benzer problemli şahıslardan ve  kaynaklardan beslendiğim İslami yorumlar olsun bana, ailemin, akrabalarımın, yaşadığım şehir sakinlerin ve kavmimin Müslüman olmadıklarının zehabını ve İslam’ın dışında yaşayan günahkarlar güruhu olarak algılamamı sağlamış olacaktılar. Yani onların o saf ve temiz islami rütüelleri  benim sahip olduğum zehirli İslama benzemediği için ben  onlara  ötekisi gözüyle bakacaktım. Oysa ki, Kur’an’da “ötekisi” olarak gösterilen şeytandı! Oysa ki beslendiğim bu zehirli İslam, İslam’ın hakikati dünya görüşü degildi!  
A.K : Peki  İslam dünyasında esinlendiğiniz ve esas aldığınız sahsiyetler kimlerdir ?
K.A : Misalen, İslamı direkt Kur’an’dan öğrenmem gerekirken Arap, Fars, Türk, Mecusi ve Hint beslenmeli hurefa ve bidat  kaynaklı  adreslerden beslenmiş olacaktım. Daha sonra Kur’an’ın gerçek özgürlükçü dünya görüşüne yolculuk yapmamı  Ali şeriati sağlarken, Mevlana, Sadi Şirazi, Fuzuli ve Exmedê Xanê ve benzerleri ise insana ve canlılara karşı nasıl saygılı olabileceğimi ve nasıl onları sevip aşık olabileceğimin sanatını öğretmiş olacaktılar. Demin söylediğim gibi beni aileme, akrabalarıma, komşularıma, çocukluk ve okul arkadaşlarıma, aşık olduğum kıza  ve hatta benim gibi inanmayan ve düşünmeyen insanlara, ülkemin özgürlüğü için mücadele eden Kürt hareketlerine ve ülkeme (Kürdistan) ötekisi (düşman) yapan bu inancın ve düşüncenin cehennem atmosferinden çıkmalıydım. Ama birilerinin elimden tutması gerekiyordu. Beni, yüreğiyle ve zihniyle tutup, bu cehennemden çıkarıp Kuran’ın, rahmani ve insani iklimine taşıyan kişi hiç şüphesiz Ali Şeriati’nin eserleri olacaktı.
A.K : Yani İranlı Ali Şeriati size bir rehber oldu, diyorsunuz...
K.A. : Evet, böylede söylenebilir. Zira, tam bu noktada Muhammed İkbal’ın söylediği gibi, “İslami dünya görüşümü yeniden, inşa ve islah etmeliydim.” Dini düşünce tarzını yeniden kurmak için...   Yani islami düşünce kozamı yenilemeliydim. Çünkü sahip olduğum bu  zehirli İslam, beni yaratıcının tüm, ontolojik ve sosyolojik Ayetlerine  karşı aline (yabancılaştırma) etmişti. Ali Şeriati’ın eserleri, beni bu, taassufçu ve  özürlü İslamdan kurtarmakla kalmayacaktı. Aynı zamanda bana, sahih Kur’an düşüncesini ve rasyonel düşünme epistemolojisini ibni Rüşt, İbni Haldun, Farabi, Fazl û Rahman, Abdulkerim Suruş, Muhammed Arkoin, Muhammed İkbal ve Malik Bin Nebi gibi özgürlükçü ve aklı savunan bu İslami düşünürlerin eserleriyle buluşmamı sağlamış olacaktı. Ali Şeriati’nin eserleri, bana Das kapitali okumamdan önce komünizmi, sosyalizmi ve Alman idealizmini okumamı sağladı.
A.K : Yani bir yerde Şeriati islamın sosyolojik yorumunda, Batının müspet ve seküler bilimlerinden mi esinlendiğini söylemek istiyorsunuz  ?
K. A : Tabi bu farklı bir konu, ayrı bir tartşımayı gerektirir. Ama söylemek istediğim, bana yeryüzünde kimlerin lanetli olduğunu  Fanon’un eserleriyle öğretti. Anarşist düşünceyi ve anarşit grupları tanımam için bana Landuer, Bakunin, Kropotkin, Tolstoy, Godwin gibi şahsiyetlerin eserleriyle buluşturdu. Gene Batı’nın tanınmış çok sayıdaki ahlakçı filozofyası olan Pascal, Eric Froom, Spinoza, Alex Carel ve eksiztanyonalizmi Sartre’den ve Batı’nın hümanizmini  Stuart Miller’in eserlerinden öğrenmemi sağlamıştır. Bu vesileyle kendisini büyük bir saygı ve rahmetle anıyorum.
A.K : Daha özel bir soru... Kürt-islam dünyasının neresinde duruyorsunuz ya da sizi Kürt-islamından ayrı tutan nedir ?
K.A : Aslında ,“Kürt İslamı” diye bir kavramsallaşma yoktur. Çünkü bu kavramsallaşmanın, epistemolojik ve metodolojik sistematiği için mutlaka ilk olarak,  alt ve üst enstrümanların olması gerekiyor.  Kürtler, şayet  İslam’la, ilk  ve orta sıralarda tanıştıklarında İslam’ın ilahi öğretilerini Kürt asabiyenin ve umranın bekası için kullanmış olsaydılar, kesinlikle bu gün, dünya devletleri ve dünya milletleri topluluğunda saygın bir yerde olacaktılar.  İkincisi, “Kürt İslam” kavramını kullanmamız için Kürt-İslam’ın Kürtçülük ülküsünü paratize etmesi gerekli olacaktı. Oysa ki Kürtler ne İslamcılık, ne de Kürtçülük yapmışlardır. Eğer bu ikisini yapmış olsaydılar Pan-kürdizim ve Pan-islamizim olacaktı ve bu iki ülkü Kürtleri kesinlikle devlet yapacaktı. Kürtler sadece Arap, Türk ve Fars İslamcılığını yaparak hem Kürdistan’dan hem de gerçek İslam’dan mahrum olacaktılar. Bazı seküler Kürt aydınları ve siyasi fraksiyonları şunu söylüyorlar: “eğer Kürtler İslamla tanışmamış olsaydı bu felaketlerin hiç biri başımıza gelmeyecekti” diye.  Ayrıca, Atatürk ve Pakistan’lı Ali Cinnah, buna benzer ifadeler kullanıyorlar. Ama ikisi de İslamı, argümanları ve İslami şahsiyetleri kullanarak uluslaşmalarını tamamlıyorlar.
A.K : Atatürk’ün Kürt alimlerinin elini öpme hikayesi var örneğin...
K.A : Evet, bu el öpme hikayesi bir örnektir... Kürt Din adamlarının elini öperek, islamı kullanmıştır. Atatürk ve Pakistan’lı Ali Cinnah, ikisi de sekülerdirler. Bu iki seküler düşüncenin devletleşmesi için iki önemli İslami şahsiyet destek veriyorlar. Atatürk’e en büyük desteği Mehmet Akif Ersoy, Ali Bin Cinnah’a ise Muhammed İkbal ve Mevdudi destek vermiştir.  Dikkat edilirse Türklerin, Arapların ve Farsların İslamdan önce saygınlıkları ve kutsallıkları yok denecek kadar azdır. İslamla tanışmalarıyla birlikte ve İslam’ın silahını ellerine ve kontrollerine geçirmeleriyle birlikte kocaman imparatorluklar ve bu imparatorlukların devamı olan onlarca ulus-devlet inşa ettiler. Kürtler bunu beceremediği için maalesef tüm emekleri bu asabiyelerin ve umranların hanesine yazıldı. Bu konuları daha geniş biçimde çıkacak olan kitabımda detaylarıyla anlatmışım.
A.K : O zaman şunu diyebilirmiyiz, Kürtlerin islam düşüncesi gelenekseldir ya da sömürge düşüncesinin ilahiyatı mı oluyor ?
K.A : Kürt halkının İslami düşüncesi kesinlikle, Siyasal olarak Arap, Türk ve Fars İslam’ın sömürge düşüncesidir. ÖZGÜN VE ÖZGÜR İslam düşüncesi hiç bir dili, milliyeti, rengi, kültürü, düşünceyi ve inancı asla sömürmez ve onu kendine benzetmez. Eğer Kürtlerin İslami kodları, özgün ve özgür Kur’an’ın şifreleriyle vücut bulmuş olsaydı, kesinlikle kendi toprakları üzerinde özgür ve bağımsız yaşardılar. En önemli olanı da, dilleri asla yasaklı olmazdı.
A. K : Kürtlerin islamiyetle tanışması mı sorunlu, yoksa islami yorumları mı sorunludur?
K.A :  Kürtlerin hem İslam’la tanışmaları sorunludur, hemde İslam adına yorum yapan egemen Arap, Fars ve Türk ilahiyatı sorunlu  ve kriminaldir. Çünkü sahih Kur’an düşüncesinde  İslami tebliğin “güzel söz ve hikmetle” yapılmasını öğütlerken, Arap orduları İslam adına tebliğlerini Kürtlere kılıç yöntemiyle yapmışlardır. Bu İslam’ın beyan ettiği vatan, ekili alanlar,  inanç, irade, düşün ve hürriyet;  hak ve özgürlüklerine  indirilmiş en büyük ihanettir.
A. K : İslamiyet Kürtleri asimile etmiştir, sözü için ne düşünüyorsunuz?
K. A : Demin belirttim, Kürtlerin islamla tanışması sorunludur, diye. Bu bir. İkincisi ise,  İslam hiç bir ontolojik varlığı asimile etmez. Onu temiz bir ontoloji üzerine yarattığını söyler. Bu ontolojik yasayı asimile edenlere çok şiddetli biçimde karşı koyar.
Örneğin, Neden İslam Arapları, Türkleri, Farsları ve diğer Müslüman milletleri zere miskal kadar asimile etmezken aksine  müşereflendirmişken, onure etmişken  neden Kürtleri Asimile etsin? Yoksa bu İslam’ın Kürt halkına bir garazı mı var? Hiç sanmıyorum!  O vakit bu İslam’ın, sorunlu ve özürlü olduğunu söyleyebiliriz!  Dolayısıyla Kürtleri asimile eden bir İslam, İslam değildir. Dolayısıyla, saray ve saltanat İslamı, hem Kürtleri, hem de diğer milletleri ve dinleri asimile etmiş ve katliamlar gerçekleştirmiştir. Dolayısıyla Kürtleri asimile eden, onları öldüren, memleketlerini sömüren ve işgal eden İslam değildir. İslam’ın silahıyla ve maskesiyle donanan siyasal Arap İslamı, Siyasal Türk İslamı ve siyasal Fars İslamıdır.
A.K : Peki Medrese ve mollalık hakkındaki fikirleriniz nelerdir? Örneğin, Kürt-Sol fikirler, mollalığı ve medrese kültürünü reddetmişlerdir. Ama tarihe baktığımızda Medreseler Kürt kültürünü yaşatan kurum olarak bu güne değin gelmiştir.
K.A : Kürdistan’daki Sol fikirlerin hepsi olmasa  bile büyük bir çoğunluğunu  yukarıda bahs konusu ettiğimiz siyasal İslam gibi, özürlü ve problemli görüyorum. Çin, Rus ve Avrupa tandanslı sol,  Kürdistan’ın milli mücadelesini yapan Önderlerimize, Alimlerimize, Şeyhlerimize ve Seydalarımıza Atatürk ve Stalin gibi gerici demişlerdir. Bu oldukça üzüntü vericidir. Dolayısıyla Kürdistan ülkesi Kürdistanlılarındır. Kürdistanlı olan veya olmayan herkes inancını ve düşüncesini Kürdistan ülkesinde bütün dünyaya örnek olacak şekilde özgürce ifade etmelidir.  Kürdistan vadisinin özgürlük sakinleri gerçek insan severler, gerçek Kürdistan severler, gerçek sosyalist severler  yada gerçek İslam severler bahs ettiğimiz Kürdistan’ın bu özgürlük vadisinde kardeşce musafahaya duranlardır. Kürdistan’ın farklı renklerini ve seslerini ayıplayamazlar. Aksine bu farklı reklerin Kürdistan coğrafyasında neşvünema bulması için seferber olurlar. Dolayısıyla Kürt halkının sosyolojik kodlarında medrese eğitimi, “tedrisat-i rahle” eğitim  ve öğretim korumlarına tekabül ettiği gerçeğidir. Dolayısıyla Kürdistan’daki medrese geleneği kendi sosyolojik ve politik koşulları içinde inanılmaz işler başarmakla birlikte, Kürdistani bilinçlenmede katalizör rolünü oynadığını da söyleyebiliriz. Örneğin Ehmedê Xanê, Kürdistani bilinci medrese ortamında  ilmik-ilmik örmüştür. Hakeza Üstad Said-i Kürdi, Şeyh Said efendi, Molla Abdurahman ve  benzer şahsiyetler medreselerde Kürdistani bilinçlenmede başat rol oynamışlardır.

A.K : Ehmedê Xanê’nin eserleri ve düsüncesi Kürt ulusal bilinci olarak tanımlanıyor. Peki Ehmedê Xanê’nin düşünceleri Kürt islamcıları üzerindeki etkisi nedir ?
K.A : Ehmedê Xanê, bana göre  Kürdistan’ın milli hafızasıdır. Kürtler O’nu (Ehmedê Xanê kastediliyor) Kürdistan’ın milli hafızası ilan etmelidir. Gene Bana göre Kürdistan’ın  “Medinetül fazılasını” yani Kürtlerin devletleşmesinin zaruri bir ihtiyaç olduğunu söyleyen, yazan dünyanın en saygın filozofyasından biridir. O Kürt halkının Firdevsi, Mevlanası, Fuzulisi, ibn-i Farabisi ve Makyavelidir. Kürt halkı onu çok az tanıyor. Ehmedê Xanê’nin Kürdistani, insani, irfani ve tasavvufi düşüncelerini,  halkımızla ve gençlerimizle buluşturmayı başarabilirsek eğer, Kürdistan’ın milli bilincini  sömürgeci,  sol ve İslam tandanslı tüm bilinçlere galebe çalacağına inanıyorum.
A.K : Said-i Kürdi’nin islamı yorumlayan taasufçu felsefesi ile islamın Kürdi yorumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? 
K.A : Kürt siyasal hareketleri Ehmedê Xanê’yi Kürt halkına tanıtmakta çok geride kaldığı gibi, Üstad Said-i Kürd’i meselesinde de aynı acizliği ve cahaleti göstermişlerdir. Bu arada önemli gördüğüm şu noktaya da vurgu yapmak istiyorum: Kürdistan halkına  Dersim’li Seyit Rıza’nın ve Koçgirili Ali Şer’in Kürdistan’a ve Kürdistan halkına yaptıkları fedakarlıkları anlatmakta çok yetersiz kaldık. Molla Said Kürdi’ye tekrar dönecek olursak  Said’i Kürdi’nin, İslami ve Kürdistani yaşam öyküsü bir bütün olarak okunduğunda Kürdistan davasına ve gerçek İslama ne kadar hizmet ettiği görülecektir. O dönemin siyasal ve sosyolojik koşullarında İslama getirdiği yorumlar daha çok materyalist temayüllere yöneliktir. Kürt halkının içinde bulunduğu, sefalet ve kölelik durumunu    “1- Cehalet, 2- Fakirlik, 3- İhanet”  olarak Kürtçe kaleme aldığı makalesinde belirterek, halkıyla ve ülkesiyle  ne kadar ilgilendiğinin ip uçlarını vermiştir. Bunun yanında Üstad, “Kürt Teali Cemiyeti” içinde yer almış, İstanbul’daki binlerce Kürt hamalını örgütlediği ise Kürt tarihçiler tarafından aktarılmaktadır.
A.K : Kürt dilini millileştirme çabaları vardır. Örneğin Kürdistan’da Kürtçe üniversite ve eğitimi Abdulhamitten talep ediyor...
K.A : Evet, evet... Sırf  bu vesileyle Van’dan kalkıp İstanbul’a gitmiştir. Abdulhamid’e Van’da “Med-Zehra”  isminde Kürtçe bir üniversitenin açılmasını talep ettiği biliniyor. Fakat, inanç dünyası yamuk ve psikolojik dünyası  bozuk olan bu sömürgeci Padişah, bu büyük Kürt mütefekirini “deli” diye zindana tıkmıştır. Hiç bir Türk İslamcısı bu zalim Padişah’ın Üstada zulüm yaptığını ve padişahı kınadıklarını ne söylemişlerdir ne de yazmışlardır.
A. K : Şeyh Said ayaklanması konusunda halen bile yoğun tartışmalar var, islamcı ya da Kürtçü diye.. Bu tarihi kesiti siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
K.A : Şeyh Said Efendi’nin İslami ve  Kürdistani mücadele öyküsünü   Kürdistan’lı ideolojik eksenli örgütlerin ve dini eksenli cemamatlerin zaviyesinde değerlendirirsek hem bilimsel, hem insani, hem islami ve hem de insani olmayacağına inanıyorum. Bana göre Şeyh Said Efendi, hem Kürdistan davasının şehidi, hem de İslam’ın gerçek şehididir. O hem Kürdistan düşüncesinin  özgürlüğünü, hem de sahip olduğu dini inancın özgür olması için  mücadele etmiştir. Bu bağlamda Şeyh Said Efendi ve yürütüğü mücadele üzerinde  Kürdistan davasının düşmanları tarafından saygısız ve oryantalist bir  dil kullanmaktan imtina etmediklerini  bilmemiz ve buna göre bu oryantalist ve kolonyalist ithamları Kürt davasının milli kahramanı üzerinden savmak her Kürdistan’lının milli görevi olduğunu düşünüyorum.  İkincisi, Şeyh Said Efendi’nin, portresi Kürdistan’lı tüm ideolojik ve dini dinamiklerin, bencil ve cahil siyasi organizasyonları için kullanılmasını büyük bir ayıp olarak görüyorum. Şeyh Said Efendi, ülkemizin milli bir kahramanı olduğu gibi Seyit Rıza Efendinin de ülkemizin milli kahramanları olarak tanıtmamız, doğum ve şahadet yıl dönümlerini ulusal törenlerle anmamız en doğrusudur. Kürdistan ülkesinin bu  milli kahramanlarını bir inanca, ideolojiye düşüneceye ya da mezhebe munhasır kılmamız Ülkemizin işgal altında kurtulup özgürleştirmesini çok  geciktireceğini, Kürdistan’ın tüm renkleri ve sesleri bu gerçeği bilmelidirler. Aksi halde ülkemizin düşmanları bize acımayacaktır! 
A.K : Yazılarınızda sık sık Türk İslamcıların Kürt halkını   İslam Ümmeti ve kardeşliği adı altında sömürüp Türk devletine kapıkulu yaptığından bahs ediyorsunuz. Ümmet ve kardeşlik hakkındaki fikirleriniz nelerdir ?
K.A : Bakınız Kürtleri  İslam’ın en hasas argümanlarıyla ilk önce kandırmışlar, sonra bu kandırma sonucu Kürtleri devlet olma ülküsüne karşı ikna etmişlerdir! Bu kardeş ve ümmet kandırmacası  Yavuz ve Kanuni dönemimde formelleştiriliyor. Formelleştirme iyi bir kandırmaca ve aldatmaca usulüdür, devletleşmemiş milletler için.
Özellikle II. Mahmut Kürt halkının bu formel düzenini bozunca Bedirxaniler ailesi Milli bir mücadele başlatmışlardır.
A.K : Zaten Kürt isyanları Yavuz döneminde elde edilen özerkliğin baskılanması sonucu 17. yüzyıldan sonra başlıyor.
K.A : Evet, söylediğim gibi, Yavuz dönemindeki formelleşme bozuluyor. Abdulhamit ise Kürtlerin milli mücadelesini İslam hilafeti ve pan-islamizm politikalarıyla  bir çok Kürt alimini, aydınını, siyasetçisini bu yöntemle kendine bağlayacaktı. Bu konuda kendisine yardımcı olacak olanlar ise o dönemim en önemli İslamcıları “Sıratul Müstakim” ve “Sebil-u Reşat” yayınları ertrafında toplanan Said Halim Paşa, Elmalı Hamdi, Ahmet Hilmi ve Mehmet Akif Ersoy  Kürt teali Cemiyetinin bazı üyelerini bu İslam ve  Ümmet kardeşliğine razı ederler. Bu İslamcı kadro Atatürk’ün başlattığı uluslaşma hareketinde gönüllü olarak katalizör görevini görecektiler. Türk devleti  Milli kahramanlarımızdan  Şeyh Said Efendiyi  ve Seyit Abdülkadir’i idam ederken, Mehmet Akif  Ersoy, Türk devleti ve Türk ırkperestliği için Kürt halkının bu kahraman alimlerini ve liderlerini editörü olduğu “Sebil-u Reşat” dergisinin 15 haziran 1925 sayısında “Hainler ve Şakiler” başlığıyla duyuracak ve ne kadar İslam kardeşi ve Ümmet kardeşi olduğunu göstermiş olacaktılar! Bu zaviyeden hareketle  baktığımızda, bu Ümmet kavramı artık Müslüman devletler ve siyasal islamcılar için müthiş bir sömürü aracı olmuştur.  Habeşistan’da İnsanlar açlıktan ölüyor bu zalim  siyasal İslam onlara ekmek yerine Kur’an götürüyor! Bu İslam türü Hiristiyan evangelistlerine çok benziyor. Bakınız ümmet aldatmacasına belkide en iyi örnek 63 tane Müslüman ulus-devletin olmasıdır. Bu Müslüman milletlerin 39 tane devleti Afrika kıtasında, 14 tanesi Asya kıtasında, 5 tanesi Ortadoğu’da ve Doğu Avrupa’da 6 tane Müslüman devletin olduğunu görüyoruz. Peki Siyasal İslam bu korkunç sahtekarlığı nasıl izah edecek?
İkincisi, Mısılı düşünür Fehmi Sınavi, Kürt halkının “İslam Ümmetinin yetimleri” olduğunu söylerken çok önemli bir saptamada bulunuyordu. Ancak Kürt halkını kim yetim bıraktı sorusunu ne Kürtler, ne de Müslüman dünyası sordu! Bence bu nokta çok önemli, aslında her şey burda saklı! Dolayısıyla ben sayın Münir Şefik’e soruyorum: Birincisi, Kürtleri kim yetim bıraktı? Bu yetim halkın katilleri kimlerdir?  Şüphesiz Kürt halkını yetim bırakanlar ne Amerika ve ne de İsrail devletidir. Kürt halkını yetim bırakan maktüllerimiz Türk, Arap, ve Fars Müslüman devletleri ve onların işbirlikçileri olan siyasal İslamdır.  Bu Ümmet Tuzağının diğer bir boyutu ise Kur’an’da Ümmet kelimesi “inananlar topluluğu” olarak geçmesidir. Kur’an, bir çok ontolojik varlıkların Ümmet olduğunu söyler. Siyasal İslam’ın dışında hiç bir İslam düşünürü Ümmet kavramının politik bir kavram olarak tanımlamazlar. Sonra Ümmet kavramını Türk, Arap ve Fars unsurları  saray, sultan,  krallık İslami düşüncesi içinde eriterek onu siyasal bir döküme sokmuşlardır.
A.K : 1920’lerde Cibranli Halid bey öncülüğünde Azadi örgütlenmesi kuruluyor, Azadi hareketinin tarihsel gelişimi ve rolü hakkında fikirleriniz nelerdir ?
K.A : Kürdistan Azadi hareketi değerli Kürt tarihçileri tarafından hem spesifik, hem de  spekülatif bir konu olarak halen de tartışılıyor. Biliyorsunuz Kürdistan, Lozan’la birlikte dört parçaya bölünüyor. Kuzey Kürdistan’da Halid Bey, Güney Kürdistan’da Berzenci ve Doğu Kürdistan’da Simko Ağa’nın önderlik ettiği Kürdistan ulusal mücadelesinin  anatomisi böylece  başlamış oluyordu.  Lozan anlaşmasıyla,  Kürdistan ülkesinin ve  Kürdistan halkının  büyük bir felakete sürüklendiğini gören Cibranlı Halid bey, eski Kürt Teali Cemiyeti ve eski  Kürt Teavun Cemiyetinin kadrolarından oluşan Yusuf  Ziya, Dr. Fuat bey, Seyit Abdülkadir, Molla Abdullah, İhsan Nuri Paşa ve Ekrem Cemilpaşazade gibi şahsiyetlerle “Kürdistan azadi” örgütünü kuruyor.
Azadi örgütünün en belirgin özelliği tüm üyülerinin bağımsız Kürdistan düşüncesini taşımalarıdır.  Özellikle Kürdistan  Azadi hareketinin lideri Cibran’lı Halit Bey’in, kaleme aldığı ve Komünist Rus devletine önerdiği on maddelik protokol meddelerinde kurulacak Kürdistan devletinin Rusların himayesinde olmasını talep etmektedir. Ne yazı ki, Kürdistan’ın azgın düşmanı, Azadi hareketinin daha fazla ilerlemesine müsaade etmeyerek hareketi bastırıp ve  boğacaktı. Oysa ki Wilson prensiplerini kabul eden Komünist Lenin, Kürt halkının self-determinasyon hakkını kullanmasına sırtını dönecekti. 
A.K : Peki Kadir hocam, söz Azadi harketinden açılmışken geçen yıl haziran ayında Bir grup Kürt aydını Azadi İnsiyatifini Amed’de ilan ettiler. Bu oluşum hakkında ne düşünüyorsunuz ? 
K.A : Öncelikli olarak  Azadi İnisiyatifi’ne, Kürdistan’ın mücadele iklimine hoş geldiğini belirtmek istiyorum. Sanırım bu kardeşlerimiz Kürdistani, İslami ve insani sorumluluk sahibi olan bir grup Kürt aydını ve değişik mesleklerden müteşekil olan ve  bireylerin öncülüğünde yüzde yüz Kürdistani bir oluşumu hedeflediklerini düşünüyorum. Kürdistan halkının kendi ikbalini ve yazgısnı belirlemede söz sahibi olması için uluslararası hukuk örgütlerin, kurumların ve İslam hukuku ve evrensel hukuk karinelerine baş vurmak suretiyle  Kürdistan davasını özgürleştirmeye aday olduğunu beyan etmektedirler. Gerek  Kürt halkı için olsun gerekse de Türkiye’de yaşayan tüm halkların inanç, düşünce, hak, adalet ve özgürlükler konusunun atılacak her olumlu eylemi ve girişimi destekleyeceklerini söylüyorlar. Aynı zamanda insiyatif evrensel ölçekte dünya barışının sağlanması ve  insanlık ailesinin tüm şubelerinin eşit düzeyde hak, adalet ve özgürlüğe kavuşturulmasını önemle savunacaklarını söylüyorlar.  Bununla birlikte Azadi İnisiyatifi Kürdistani, insani ve İslami mücadele kulvarında silahlı bir yöntemi benimsemediğini, Mücadelesinde barışçıl yöntemleri esas aldığını ve meşruyetini ise  gerçek ilahi adaletten, evrensel ve bilimsel  hak ve özgürlükleri savunan, insanlığın ortak aklı, ahlakı, vicdani ve hukuki değerlerinden aldığını söylemektedir. Azadinin belki de en önemli  gördüğüm nosyonlarından biri, bu kardeşlerimizin Kürdistan davasını millileştirme çabası içinde olacaklarının işaretlerini vermeleridir.
İkinci gördüğüm önemli nokta ise, ideolojik ve dini nosyonlardan ziyade Kürdistan asabiyesine ve umranına uygun muhafazakar bir çizgiyi takip etmesidir. Bence de en doğrusunu yapıyorlar.  Çünkü  ulusal mücadeleler  ilk etapta kendi asabiye ve umranına göre hareket ettiklerini biliyoruz. Yani ulusal hareketler dini yada farklı ideolojik tandanslı olduklarında milli birliği ve milli beraberliği yakalamaları ve halkı ortak payda da buluşturmaları mümkün değildir.  Çünkü ideolojik, dini kaygıların  milli kaygıların  önüne geçmesi durumunda  ulusal mücadeleleri başarısız kıldığını biliyoruz. Diyelimki Kürt davası için çalışan tüm Kürdistani dinamikler Kürdistan’ın millileşmesi ve millileştirdikleri bu iklimde buluşup musafaha ettikten sonra, ülkelerinin özgürlüğü için kardeşce görev paylaşımını yapsalar  ve herkes o gün ülkesi için neler yaptığını ve ülkesine neler kazandırdığını birbirlerine sevinç ve mutluluk içinde anlatabilseler muazzam bir kazanım ortaya çıkaracaklardır. Bu anlamda Azadi bu örneği gösterebilirse Kürtler arasında milli sevginin, insani sevginin, islami sevginin ve  kardeşlik sevgisinin perçinleşmesinde yeni bir iklimin oluşmasında katalizör rolünü oynamış olacaktır.
Ayrıca Kürdistan davasının, millileşmesinde ve bağımsızlaşmasında Kur’an’daki şu ifadelerin bence çok önemli bir yeri vardır diye düşünüyorum. “Hayırlarda yarışınız, kötülüklerde yarışmayınız” Yani Kürdistan’ın hayrı ve selameti için herkesin karıncalar gibi çalışmaya ve bu çalışma karşılığından Allah’tan   büyük bir sevap kazanacağının müjdesini ve  Kürdistan halkının ve insanlık ailesinin saygınlıklarını kazanacklarını telkin etmeliler.  Bence Azadi İnisiyatifi Kürdistan’ın hayrı için  tüm Kürdistanlı renkleri, sesleri ve refleksleri  bu yarışa davet etmeden önce, ne kadar  güçlü bir örnek olduğunu ilkin  ortaya koyarak başlamalıdır. Bunu başardığı zaman, partileşme sürecinde  Kürdistan’ın en büyük  entellektüel gücünü kazanacağını şimdiden söyleyebilirim.

A.K : Bir önceki bölümde Kürt-islam yorumu olmadığını söylediniz. Azadi insiyatifi’nin Kürt-islam yorumu varmıdır?
K.A :Yanılmıyorsam Exmedê Xanê,  İslami ve  ilmi kimliğiyle Kürdistan davasına ilk olarak Kürt- İslam yorumunu yapmış büyüğümüzdür.  O tarihten bugüne kadar benzeri Kürt alimleri ve düşünürleri Exmedê Xanê  kadar olmasa da çok Küçük çapta Kürt-İslam yorumu yapmışlardır. Son olarak benimde aralarında bulunduğu  bir grup Kürt aydını tüm zamanların en iyi Kürt-İslam yorumlarını yaptığını söyleyebiliriz. Özellikle belirtiğim bu yeni  entellektüel jenerasyon son yıllarda Azadi İnisiyatifi etrafında örgütlendiğini ve Kürt-İslam yorum ve bilimi burda kozalaşarak Kürdistan’ın dağlarında ve ovalarında kelebek olarak havalanacağını söyleyebiliriz. Tabiki bu, Kürt-İslam yorumu diğerlerinden çok farklıdır ve siyasal-egemen islamla hiç bir benzer tarafının olmamasıdır. Yani  bu yeni Kürt-İslam yorumu Kürtlerin üstün bir ırk olduğunu asla öncelemiyor. Aksine Kürtlerin Müslüman dünyasında en fazla zulüm ve hakaret gören, tek uluslaşmayan millet olduğunu İslam bilimini ve diğer bilimler ekseninde yeniden münazara ve muvazane etme eylemi olarak değerlendirebiliriz. Haddimi aşarak Kürdistan’lı alimlerden, aydınlardan, düşünürlerden ve büyüklerimden özür dileyerek  Kürt-İslam yorumu üzerine ilk olarak tarafımdan kaleme aldığım “KÜRDİSTAN MESELESİ, ONTOLOJİK VE SOSYOLOJİK BİR AYETİR” adlı kitap çalışmam  belki sorunuza cevap olur diye düşünüyorum.  Tabiki bu Kürt- İslam yorumu, yeni ve genç olduğu için özellikle Türk devletini rahatsız ettiği kadar en az Türk İslamcılarını da o derece rahatsız ettiği bir gerçektir.  
A.K : Son dönemlerde Kürt sorununa çözüm amaçlı “Akil adamlar” tartışmaları gündemde. Akil adamları hakkında fikirleriniz nelerdir ?
K.A :  Türk devleti, işgal ve sömürgecilik yüzünü  “Akil adamlar”  maskesiyle transantalize ettiğini düşünüyorum. Şimdi bu “akil adamlar” komisyonunda bulunan Türk İslamcılarına, Türk solcularına ve Türk  liberallerine şu soruma cevap vermelerini istiraham ediyorum:   Kürtler tarafından beş bin yıl boyunca üzerinde yaşadığınız vatan topraklarınız  işgal edilmiş olsaydı, İşgal edilen bu vatanın toprakları Kasr-i Şirin anlaşmasıyla ilkin ikiye ve daha sonra Lozan anlaşmasıyla dört parçaya bölünseydi, dilliniz yasaklansaydı, ülkenizin yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynaklarını kullanma tasarufu yasaklansaydı, bedenleriniz vahşice çarmıhlara gerilseydi, dünya milletler ve devletler topluluğunda adlarınız ve sanlarınız okunmasaydı ve bin yıl boyunca İslam maskesi altında Müslüman kardeşlik hikayeleriyle inanç ve zihin dünyanız dövülüp köle bir hayata mahkum edilseydiniz ve bir sabah uyandığınızda İslam kardeşliği ve halkların kardeşliğiyle uyutulup  aldatıldığınızı fark etseydiniz,  Kürtlerin de bu uyanış refleksinizi nötürlemek için size tekrar biz kardeşiz  söyleseydiler  siz ülkenizin topraklarını özgürleştirmek için devlet ülkünüzden vaz geçermiydiniz?
A.K  : Sonuç olarak genç okuyucularınıza vermek istediğiniz bir mesajınız var mı ?
K.A : Kürt gençleri, bir gün muhakkak Kürdistan davasını düşünceden kozaya, kozadan kelebeğe dönüştürerek ülkemizi özgürlüğe uçuracaklarına adım gibi eminim. Özellikle üniversiteli genç arkadaş, üniversitenin tüm imkanlarından yararlanarak kendilerini geliştirmelerini tavsiye ediyorum. Ayrıca bu kardeşlerimi çok önemsediğim için onlar adına bir yazı kaleme alıp onlara armağan etmek istiyorum. Selam, sevgi ve saygılarımı gönderiyorum. Ayrıca size hem safrettiğiniz emekten  dolayı ve hem de  bu imkanı bana sağladığınız  için teşekkürlerimi sunuyorum...


09/04/2013